Ashabu'l-Karye
Değişmez toplumsal Sünnetullahı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah Teâlâ (Azze ve Celle):
Biz, yaşama biçimleriyle refah içinde şımarıp azmış nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri, çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturabilmiş değildir. (Onlara) varis olanlar Biziz.
Senin Rabbin, ana yerleşim merkezlerine, onlara ayetlerimizi okuyan bir Rasul göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas, 28/58-59)
Yegâne Rezzak olan Rabbimiz Allahın şükretsinler diye onlara vermiş olduğu nimetlere nankörlük yapıp şımaran ve bununla mütekkebir olup azanlar, yıkıma uğramışlardır Rabbleri Allahın kendilerine verdiği bunca nimetlere karşı nankör davranmış, Allaha kul olmak konusunda vazifelerini ihmâl etmiş, hevalarını ilâhlaştırmış ve müstekbir zalim olma yolunda yarışmışlardı Allaha karşı tuğyan edip azgınlaşan kavimlerin sonu, korkunç bir felâkettir Çünkü Allah Teâlâ, onlara, kendilerini uyaran, onları dosdoğru yola çağırıp rehberlik eden, onlara adaleti ve iyiliği emredip, zulmü ve kötülüğü yasaklayan bir Rasul göndermişti Onlar, Rasullerini dinlememiş, Allahın emirleriyle amel etmemiş, aksine Rasullerine karşı düşmanca davranmış, Allahın emirlerinin yerine nefsanî hükümlerle amel etmişlerdi
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Andolsun, Biz her ümmete: Allaha kulluk edin, tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik. (Nahl, 16/36)
Rabbimiz Allah, insan kullarını azgınlıklarından ve tuğyanlarından vazgeçsinler, nankörlüğü bıraksınlar, şirki ve küfrü terk edip iman ederek, nimete şükretsinler diye, onlardan öncekilerin hâllerini örnek olarak beyan buyurmaktadır:
Allah, bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi. Rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allahın nimetlerine nankörlük etti. Böylece Allah, yaptıklarına karşılık olarak ona, açlık ve korku elbisesini (giydirip acıyı) tattırdı.
Andolsun, onlara, kendi içlerinden bir Rasul gelmişti, fakat onlar yalanladılar. Böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab onları yakalayıverdi. (Nahl, 16/112-113)
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Toprağı altüst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allahın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (Rum, 30/9)
Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir. (Âl-i İmrân, 3/182)
Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir. (Fussilet, 41/46)
Rabbimiz Allah, insan kullarının sonu yakıcı ateş olan bir azaba uğramamaları için kendilerini apaçık delillerle uyaran Rasullerini vazifeli kılmıştır Rasuller, insanların eğitim ve öğretiminde başarılı olsunlar diye çok gayret etmişlerdir Onlara, doğruları öğretmiş, kendilerini eğri olanlardan alıkoymuşlardır Nankörlük yapmamayı, Allaha karşı isyan etmemeyi, böylece salih kul olmayı öğretmişlerdir Allahın nimetlerine şükrettikçe ve hükümleriyle amel ettikçe nimetin, sağlığın ve mutluluğun artacağını beyan etmişlerdir
Öyleyse Allahın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz olanlarını yiyin, eğer Ona kulluk ediyorsanız, Allahın nimetine şükredin. (Nahl, 16/114)
Rabbimiz Allah, ana yerleşim merkezlerine Rasullerini gönderir ve insan kullarına hükümlerini bildirir Rabbimiz Allah, insan kullarını uyarmadıkça, onları bilgilendirmedikçe ve nasıl inanıp davranacaklarını öğretmedikçe mesul tutmaz Kendilerine hak apaçık beyan edilen ve İslâma davet edilmiş olanlar, hakkı inkâr eder, İslâmı reddeder ve Allaha karşı baş kaldırıp azgınlık ettikleri takdirde çok acıklı bir azab ile cezalandırılırlar
Kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz, hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz.
(Onlara) hatırlatma (yapılmıştır). Biz, zulmedici değiliz. (Şuara, 26/208-209)
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir Rasul gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra, 17/15)
Kendisinden sonra hiçbir Rasul ve hiçbir Nebînin gelmeyeceği, Rasullerin ve Nebîlerin sonuncusu, yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s.), ahir zaman Nebîsi ve Rasulüdür O, dünya ana yerleşim merkezi olan Mekke şehrinde, Rabbimiz Allah tarafından vazifeli kılınmıştır Rasulullah Muhammed (s.a.s.), kıyamete kadar bütün insanlık âleminin yegâne Peygamberidir O (s.a.s.), hangi ülkeden, hangi kavimden, hangi ırktan, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun kadın-erkek bütün insanların Peygamberidir
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)in, bütün insanlık için gönderildiğine dair kendisini gönderen Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
De ki: Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah, benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi ve kime ulaşırsa kendisiyle uyarmam için bana şu Kurân vahyedildi. Gerçekten Allahla beraber başka ilâhların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz? De ki: Ben, şehadet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilâhtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. (Enâm, 6/19)
De ki: Ey insanlar, ben, Allahın sizin hepinize gönderdiği Rasulüyüm. (Araf, 7/158)
Cabir (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
Benden önce hiçbir kimseye (peygamberlere) verilmeyen beş şey bana verildi:
(Eskiden) her peygamber, hasseten kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise, kızıl ve siyah bütün insanlara gönderildim "[505]
Hangi kavim, hangi renk ve hangi dil ile hangi ülkeden olursa olsun kıyamete kadar bütün insan kullarına Rasul olarak gönderdiği kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)e şöyle seslenir Rabbimiz Allah:
İşte Biz sana, böyle Arabça bir Kurân vahyettik. Şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinde şübhe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) bir bölümü cennette bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedir. (Şura, 42/7)
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)den önce kendi kavimlerine gönderilen bütün Nebî ve Rasuller (Allahın salat ve selâmı üzerlerine olsun), ana yerleşim merkezlerinden Hak Dini tebliğ etmiş ve insanları yegâne din olan İslâma davet eylemişlerdi!..
Rasulullah (s.a.s.)in ümmetinden önce yaşamış olan ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssaları hak ve gerçek olarak, Rabbimiz Allah tarafından Kurân-ı Kerimde beyan olunmuştur Onların kıssalarında, yani yaşadıklarında ve başlarına gelenlerde, hikmet, ibret ve dersler vardır
Rabbimiz Allah tarafından beyan edilen hak ve gerçek olan kıssalardan birisi de, Yâsîn Sûresindeki, kendilerini Allaha davet etmek üzere gelen üç ihya erinin ve şehir halkının kıssasıdır
Şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:
Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
Hani Biz, onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar, ikisini yalanlamışlardı. Biz de, (iki elçiyi) bir üçüncüsüyle güçlendirdik. Böylece dediler ki: Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.
Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz. (Yasin, 36/13-15)
Rabbimiz Allah, şehirlerden bir şehre veya kasabalardan bir kasabaya birbirini destekleyen iki elçisini göndermiştir... Rabbimizin Hak Dinini, yani İslâmı, Tevhid akîdesi ve salih ameliyle insanlara anlatmak, onların hidayet bulmasına vesile olmak, onları dosdoğru yola davet etmek üzere kasaba halkına tebliğe başlayan elçiler, kasabanın müşrik ve kâfir halkı tarafından yalanlanmışlardı
Allahın, davet ve tebliğ ile vazifeli kıldığı iki elçi, Ulul-Azm Peygamberlerden kelimullah[505] Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.) gibi birbirlerine yardımcı olup insanları, şirk ve küfürden kurtulup Tevhide gelmeleri için Allahın vahyettiği hükümleri apaçık beyan ediyorlardı Hakkı anlatmada ve hakka çağırmada birbirlerini destekliyor, güç kazanıyorlardı Gerek kelimullah Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), gerekse bu kasabaya gönderilen iki elçinin hâl ve tavrı, kıyamete kadar bütün mü'min müslümanlara çok güzel bir örnektir Onlar da, dosdoğru yol üzere hayatlarını devam ettirirken, Hak Din İslâmı yaşamada ve yaşatmada birbirlerine yardımcı olmalıdırlar Bu yardımlaşma, onların katıksız imanlarının bir gereğidir
Kelimullah Musa (a.s.) şöyle diyordu:
Rabbim, gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korkarım.
Ve (bundan dolayı) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için Haruna da elçilik ver. (Şuara, 26/12-13. Kasas, 28/34)
Rabbimiz Allah, muvahhid mü'min kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allaha ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allahın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şübhesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe, 9/71)
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler, ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura, 42/38-39)
Ebu Musa el-Eşarî (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
Mü'minin, mü'mine bağlılığı, taşları birbirini kenetleyen duvar gibidir.
Sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirip sımsıkı kilitledi.[505]
Mü'min müslümanlar, Rasullerinin ve Nebîlerin peşisıra dosdoğru yolda yürümeye gayret eden izzet sahibi şahsiyetlerdir
Şirk ve küfür içinde olan kasaba halkı, kendilerini Tevhide ve imana davet eden iki elçiyi yalanlayınca Allah, gönderdiği diğer bir vazifeli elçi ile o ikisini güçlendirmişti Allaha davet eden üç elçi, kasaba halkına kendilerini ve vazifelerini açıklamışlardı:
Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.
Cahiliyyetin değişmez karakterine sahib olan kasabanın müşrik ve kâfir halkı, selefleri gibi davranmış, aynı inkârı ve aynı yalanlamayı gündeme getirmişlerdi
Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz.
Allah Teâlânın, kendilerine Tevhidi anlatsın ve dosdoğru yolu göstersin diye göndermiş olduğu Rasul ve Nebîlere karşı, her şirk toplumu halkının tepkisi aynı olmuştur Onlar, Allah Teâlâdan kendilerine meleklerin elçi olarak gelmesini beklemektedirler Kendileri gibi bir insanı, Allahın elçi olarak vazifelendirip kendisine vahyederek onlara göndereceğini bir türlü kabul etmemekteler Halbuki Âlemlerin Rabbi Allah, risaletini kime ve nasıl vereceğini yalnız bilendir:
O (Allah): Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuha vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahime, Musaya ve İsaya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir. (Şura, 42/13)
Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: Allahın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz, kesin olarak inanmayacağız. Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir. (Enâm, 6/124)
Egemen zalim tağutlar tarafından işgal edilmiş İslâm topraklarında, esaret altındaki müslümanlar arasında şuurlanıp zulme ve tağutlara karşı ortaya çıkan muvahhid mü'minlere karşı, şuursuzlaştırılmış ve köle ruhlu hâline getirilmiş halktan aynı tepkiler gösterilmektedir
Peygamberin varisleri olan muttakî muvahhid mü'minlerin, cahiliyye düzenlerine karşı çıkışları, tağutları reddedişleri ve sapıttırılan din anlayışını düzeltmeye çalışmaları, birilerinin keyfini kaçırmakta, işlerini bozmakta, uyutma tuzaklarını alt-üst etmekte, sömürü planlarını iflas ettirmekte ve menfaatlarına zarar vermektedir Bundan dolayı bu muvahhid mü'minlere karşı, hem egemen zalim tağutlar, hem de tağutların aldattığı, kendilerine itaat ettirdiği kişiler tavır koymaktadır Aldatılmış ve sömürülmeye devam edilen şuursuz kitleler, bu muvahhid mü'minlere karşı, dinden hareket ederek tepkilerini ortaya koymaktadırlar
Bunlar da nereden çıktı?.. Falanca hocalar veya şeyhler bilmiyorlar da, bunlar mı biliyor?.. Bunlar, fitne çıkarıyorlar?... Olur mu öyle şey?... Eğer bunların söyledikleri doğru olsaydı, her hâlde hocalarımız, üstadlarımız, efendilerimiz ve mürşidlerimiz bize söylerlerdi!.. Buna benzer itirazlarla hak ve hakikat olanları reddediyorlar Halbuki hakkın ve hakikatın değişmez, eskimez, zamanı geçmez, her an taptaze ve yepyeni kaynağı bellidir: Kurân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)in Sünneti. Bununla beraber Ümmetin İcmâsı ve Muttaki Müctehid Fakîhlerin Kıyası. İşte hakikatin delilleri!.. Yegâne hayat nizamı İslâm, bu delillerle bilinir
Herhangi muttakî muvahhid bir mü'min, bu delillerden hareketle bir doğruyu, bir hakkı ortaya koymuş ise, onun toplumsal mevkiine bakmadan kabul etmek gerekir Mümin müslümanlar, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile bilirler Hakkı olaylarla değil, olayları hak ile değerlendirirler Ölçü olarak, hak esastır!..
Herhangi bir haklı ve haksız sebebten dolayı, hocalarımız, efendilerimiz, üstadlarımız, mürşidlerimiz, şeyhlerimiz ve ağabeylerimiz, herhangi bir şeyden çekinerek doğruları, hakikatı ve hak olanı söyleyememiş olabilirler!.. Onların söyleyemediği hak olan bir şeyi, bir muvahhid mü'min söyleyip İslâmî delillerle isbat ettiği takdirde niçin kabul edilmesin?.. Acaba onun sosyal mevkisinin yeterli olmayışı, söylediği hakkı, batıl kılar mı?.. Söylediği veya yaptığı doğruyu, yanlış hâle getirir mi?.. Hak ve doğru, her kim tarafından söylenirse söylensin ve yapılırsa yapılsın, hak ve doğrudur!.. Asla değişmez!..
İnsan, değişebilir, yanılabilir ve şaşırabilir Hatta toplumsal baskılardan ve tağutların zulmü korkusundan dolayı, ikrah altında doğrular gizlenebilir Ya da doğrular, idraksizlik ve bilgisizlik sonucu kavranmayabilir Veyahud çeşitli menfaatlardan dolayı bilindiği hâlde, bilinmiyor gibi davranılabilinir!..
Evet, bütün bunlar olabilir Fakat değişmeyen yanılmayan, şaşırmayan bir hakikat var: Allahın Kitabı Kurân-ı Kerim ve Onun Rasulü Muhammed (s.a.s.)in Sünneti!
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız müddetçe asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar: Allahın kitabı ve Nebîsinin Sünnetidir.[505]
Her kim katıksız iman eder ve salih amele devam etmek kaydıyla bu iki sapasağlam delile sarılacak olursa o, şaşmaz, değişmez ve dosdoğru yoldan sapmaz!..
Her kim ki, dinde olmadığı hâlde dinden kabul edip, kendisiyle amel edildiği takdirde ibadet ettiğini zannederek sevab beklediği bir şeyi yaparsa bidat işlemiş olur Bidatler, Rasulullah (s.a.s.) tarafından reddolunmuş ve yasaklanmıştır
Ümmül-müminin Aişe (r.anha)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
Her kim, bizim şu din işimizin içinde ondan olmayan bir bidat icad ederse, o (icad) reddedilmiştir, batıldır.[505]
İrbad b. Sâriye (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Dinde, sonradan çıkarılan işlerden sakının! Gerçekten her sonradan çıkarılan şey, bidattır. Ve her bidat sapıklıktır.[505]
Huzeyfe (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ, bidat sahibinden oruç, namaz, sadaka, Hacc, umre, cihad, tevbe ve fidyeden hiçbir şey kabul etmez. Kılın hamurdan çıktığı gibi o da, İslâmdan çıkar.[505]
Cabir b. Abdullah (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Sözlerin en doğrusu Allahın Kitabı, yolların en güzeli Muhammedin yolu, amellerin en şerlisi ise, sonradan uydurulanlardır. Her sonradan uydurulan bidattır, her bidat sapıklıktır, her sapıklık da cehennemdedir.[505]
Gerek egemen tağutların egemenlik menfaatlerine yaradığından, gerekse onların işgal ettiği İslâm topraklarında şirk kültürüyle eğitmeye çalıştıkları ve cahil bıraktırdıkları halk kitleleri tarafından bidat ve hurafeler din hâline getirilmeye başlanmıştır Gerek akîde konusunda, gerekse amel konusunda bidat ve hurafeler, bir çok farz ve Sünnetin yerine geçirilmiş, onlarla ibadet edilmeye hassasiyet gösterilmiştir Dosdoğru yoldan bir sapma olan bu inanç ve amel ile, Hak din olan İslâm'dan sapılmış, doğrular yanlış, yanlışlar doğru görülüp kabul edilmiştir Batıl, hak ile karıştırılmış, hakkı batıl, batılı da hak olarak kabul etmiş toplumlar ortaya çıkmıştır
Ebu Ümâme (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücadele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.
Sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:
Dediler ki: Bizim ilâhımız mı daha hayırlı, yoksa O mu? Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar, tartışmacı ve düşman bir kavimdir.(Zuhruf, 43/58)[505]
Bidat ve hurafelerin, dinden kabul edilip ibadet kasdıyla işlendiği bir cahiliyye toplumunda, Rasulullah (s.a.s.)in uygulaması olan Sünnet ortadan kaldırılır Çünkü Hak Din olan İslâm, Rabbimiz Allahın tamamlanmış olan bir nimetidir...[505] Rasulullah (s.a.s.) de, dinden hiçbir noksanlık bırakmadan emrolunduğu gibi dosdoğru davranarak,[505] emredilenleri uygulamıştır Kitab ve Sünnet, hiçbir noksanlık bırakmadan bütün hayatı kuşatmış, insanların bütün ihtiyaçlarına cevab vermiş ve problemlerini çözmüştür İnsanlar, hayatı kuşatıcı Kitab ve Sünnet'i bırakırsa, bıraktıkları kadar bir boşluk kalır Bu hayatî boşluğu, Kitab ve Sünnetin gereğiyle doldurmaz da, kendi zevklerine, zanlarına ve hevalarına göre dolduracak olurlarsa, Sünnet'i kaldırmış, onun yerine bir bidat koymuşlardır Dolayısıyla Sünneti ortadan kaldırmışlardır
Gudeyf b. Haris (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
Bir topluluk, bir bidat icad ederse, mutlaka onun karşılığı bir Sünnet ortadan kaldırılmış olur.[505]
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen cahilî anlayıştan ileri gelen bu korkunç olayın farkına varan, uyanan, şuurlanan, katıksız iman edip, Hak Din olan İslâmı gerçeğiyle kavrayan muvahhid mü'minler, hakikatları olması gereken hâliyle dile getirip gündem oluşturduklarında, gerek işgalci tağutî güçler tarafından, gerekse cahil bıraktırılmış halk yığınlarınca dışlanmaktadırlar
Rasulullah (s.a.s.)in kendilerini müjdeledikleri, peygamberlerin varisleri olan Garibler, bu muvahhid ve muttaki mü'minlerdir
Amr b. Avf (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Din, garib (bir nizam) olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra, insanların Sünnetimden (yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan gariblere müjdeler olsun![505]
Amr b. Avf el-Müzenî (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
Kim benim Sünnetimi ihya ederek, insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevablardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevablarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bidat icad ederek, onunla amel edilmesine vesile olursa, o bidat ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.[505]
Görüldüğü gibi, şirk ve küfür toplumlarında Rasuller ve Nebîler, nasıl ters karşılanıyorlarsa, İslâmdan uzaklaştırılmış, küfür ve şirkin karıştırıldığı bir iman ile bidat ve hurafelerin hakim olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarında Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü'minler de ters karşılanıyorlar Gerek egemen zalim tağutî güçlerin, gerekse din adına cahil bıraktırılmış halkın tepkisiyle karşı karşıya kalıyorlar Elbette zafer, sabır ile beraberdir!..
Küfür ve şirk toplumları; Âlemlerin Rabbi Allahın kendilerine göndermiş olduğu Rasulleri ve Nebîleri, onların beşer oluşlarını bahane ederek reddetmişlerdi
Rabbimiz Allah, o müşrik ve kâfirlerin, Allahın Rasul ve Nebîlerini inkâr edip reddedişlerini şöyle beyan buyurur:
Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebâlini taddılar. Onlar için acı bir azab vardır.
Bu, kendilerine apaçık belgelerle Peygamberler geldiği hâlde onların: Bizi, bir beşer mi hidayete ulaştıracak? demeleri ve bu yüzden küfre saparak yüz çevirmeleri nedeniyledir. Allah da (onlara karşı) müstağnî olduğunu (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını) gösterdi. Allah, Ğanîydir, Ha-middir. (Teğabûn, 64/5-6)
Dediler ki: Bu Peygambere ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıp korkutucu olarak bir melek de indirilmesi gerekmez miydi? (Furkan, 25/7)
Andolsun,Biz, Nuhu kendi kavmine (Peygamber olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey kavmim, Allaha kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilâhınız yoktur. Yine de korkup sakınmayacak mısınız?
Bunun üzerine kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah, (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler gönderirdi. Hem biz, geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.
O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Onu, belli bir süre gözetleyin. (Mü'minun, 23/23-25)[505]
Peygamberleri dedi ki: Allah hakkında mı şübhe (etmektesiniz)? O, gökleri ve yeri yaratandır. O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet etmekte ve sizi, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, babalarımızın tapmakta olduklarından çevirip engellemek istemektesiniz. Öyleyse bize, apaçık olan isbatlayıcı bir delil getirin. (İbrahim, 14/10)
Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: Allah, elçi olarak bir beşer mi gönderdi? demelerinden başkası değildir.
De ki: Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, Biz de, onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik. (İsra, 17/94-95)
İnsanlık tarihi boyunca tek karakterli millet olan küfür cephesinin, Allahın Rasullerini inkâr ederken öne sürmüş oldukları boş bahâneleri böyle idi
Allah davet etmek üzere birbirini destekleyen ve kasaba halkına İslâmı tebliğ eden üç elçi, o cahillerin ve o inkâr edenlerin kendilerini yalanlamalarına karşılık:
Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir.
Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur.
Onlar dediler ki: Herhâlde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır. (Yasin, 36/16-18)
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şunları beyan eder:
Bu ifade, o elçilerin, sırf yalanlama ile bu işi bırakmadıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine hakikatı onlara defalarca, tekrar tekrar anlattıklarına ve yemin ederek tekid ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar, böyle demişler ve sözlerini Lâm-ı tekid ile vurgulamışlardı. Çünkü Allahın bilmesi, yemin yerine geçer (ve yeminin cevabı lâm ile gelir). Zira olmayan şeyler hususunda, Allah biliyor ki diyen kimse, Allaha cahillik isnad etmiş olur ki bu, tıpkı yemini bozmanın cezayı gerektirmesi gibi bir ikab sebebidir. Ayetteki, Rabbimiz biliyor ifadesinde, kâfirlere bir red vardır. Çünkü o kâfirler, Siz de insansınız demişlerdi. Bu, böyledir. Çünkü Allah, onların elçi olduğunu bilince bu, tıpkı:
Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir. (Enam, 6/124) ayeti gibi olur. Yani, O, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir Zâttır. Binaenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi seçti demektir.
Daha sonra onlar, kendilerini teselli için:
- Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değil, demişlerdir.
Bu, Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni yapıp mesuliyetten kurtulduk demektir. Onlar böylece, o kavmi düşünmeye teşvik etmişlerdi. Çünkü onlar, bizim görevimiz, sadece tebliğ deyince, bu, o elçilerin onlardan hiçbir ücret istemedikleri, bir makam ve mevki elde etmek sevdasında olmadıkları, işlerinin sadece bir tebliğ ve hatırlatma olması açısından o kâfirlerin, elçilerin hâlleri üzerinde iyice düşünmelerini gerektirir. Bu, insanı tefekküre sevkeden şeylerdendir.[505]
Şu bir gerçektir ki, Rasuller ve onların varisleri olan muvahhid mü'minlerin, Allaha davet konusunda vazifeleri, apaçık bir tebliğdir Onların herhangi bir zorlayıcı güçleri yoktur Gerek şirk toplumlarında, gerekse fısk ve fucurun istilâ ettiği bir toplumda ihya erlerinin vazifesi, hakkı, iyiliği, hayrı ve doğruluğu apaçık beyan edip insanları onlara davet etmektir Kabul edenlerin, yani katıksız iman edip salih amel işleyenlerin arasında velayetin gerçekleşmesini ve kardeşliğin pekişmesini sağlamak, onları yönlendirmek ve hak üzere sebat etmelerine yardımcı olmak, ihya erlerinin diğer bir vazifesidir Tevhid akîdesini kabul edip iman kardeşi olanlar, tek millet olan küfür milletini terk edip İslâm Milletini oluşturmuşlardır İslâm Milletini oluşturan iman kardeşlerinin nasıl yaşayacaklarına dair hükmünü beyan buyuran Rabbimiz Allah, onlara şu emri vermiştir:
Ey iman edenler, Allaha itaat edin, Rasulü'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de (itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu, Allaha ve Rasu-lüne döndürün. Şayet Allaha ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa, 4/59)
Hüküm, yalnızca Allahındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf, 12/40)
Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, artık onun hükmü Allahındır. (Şura, 42/10)
İslâm Milleti, iman kardeşliği üzere oluştuğunda tâbi olacakları ilkeler bunlardır Fakat Allaha davet eden ihya erleri, bu ilkeleri kabul etmeyenlere sadece hakikatı en anlaşılır biçimiyle tebliğ etmekle görevlidirler Kendilerine hakkı tebliğ ettikleri insanlardan hiçbir maddî menfaat beklentileri olmadan, herhangi bir ücret taleb etmeden, onların hidayet bulmasına vesile olmaya gayret ederler
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şu hâlde Rasullere düşen, apaçık bir tebliğden başkası mı? (Nahl, 16/35)
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim, görüşünüz nedir söyleyin? Eğer ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana kendi katından bir rahmet vermiş de (bu,) sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz, bunu istemiyorken biz sizi, buna zorlayacak mıyız?
Ey kavmim, ben, sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim yalnızca Allaha aiddir. (Hud, 11/28-29)
Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir. (Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180)
İnsanlara karşı çok merhametli davranan, onların kendisine yaptığı eziyetlere rağmen yine kendilerini sabırla Allaha davet edip, onlara doğruları anlatmaktan geri kalmayan ihya erlerinden vazifeli elçilere karşı, şirk toplumunun en açık örneği olan kasaba halkı, kendileri gibi kâfir ve müşriklerin değişmez karakteri ile net tavırlarını ortaya koyuyorlar: Ölüm ile tehdid!..
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu o ülkede vazifeli elçiler, insanları Tevhide ve hiçbir şeyle şirk koşmadan, katıksız bir şekilde Allaha davet edince, egemen tağutların huzuru kaçtı... Çünkü eğer kasaba halkı, yegâne hüküm koyucu olarak Âlemlerin Rabbi Allaha inanır ve Onun hükmünden başka bütün hükümleri reddedecek olursa, egemen müstekbir tağutların iktidarı sarsılacaktır... Şirke dayalı, zulüm üzere bina edilmiş ve halkı sömürmekle devam eden tağutî iktidar sarsılacak olursa, yıkılacak demektir... Taşlar, bir kere yerinden oynadı mı bu, taşların yerinden sökülmesi ve yapının yıkılmasını peşi sıra gündeme getirir... Bunun için, iktidarda bulunan zalim tağutlar, aldatılmış olan halkı, kendilerini aldatan ve sömüren zalimlere karşı uyaran ve onları mutlak adalet sahibi, insanların yegâne Rabbi Allaha davet edenlere karşı, her zalim tağutun yaptığı gibi davranmışlardı:
Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.
Müşrik egemen zalimlerin, Allaha davet eden elçileri:
Andolsun, sizi taşa tutacağız tehdidini, Katâde (rh.a.):
- Taşla taşlayacağız, diye beyan ederken,
Mücahid (rh.a.):
- Hakaretle taşlayacağız, anlamını vermiştir.[505]
Şirkin egemen olduğu ve müşrik tağut Firavnın yandaşlarıyla iktidarda bulunduğu Mısırda, Allaha davet eden Kelimullah Musa (a.s.)'a karşı aynı tavrı sergilemişlerdi...
Şöyle diyordu kendisini bölgenin rabbi ve ilâhı gören müşrik tağut Firavn:
Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum. (Kasas, 28/38)
(Firavn) sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi:
Dedi ki: Sizin, en yüce Rabbiniz benim. (Naziat, 79/23-24)
Aldattığı, zulmedip sömürdüğü halkına karşı böyle davranan Mısırın zalim tağutu Firavn, insanları Allaha davet edip onların hidayet bulması ve iman etmesine vesile olan Kelimullah Musa (a.s.)a karşı şu tehditlerde bulunmuştu:
(Firavn) dedi ki: Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım. (Şuara, 26/29)
Firavn) dedi ki: Bırakın beni, Musayı öldüreyim de o (gitsin), Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum. (Mü'min, 40/26)
Dünden bugüne şirk karakterinden hiçbir şey değişmeyen küfür cephesinin egemen müstekbir tağutları hep aynı şeyi gündeme getirmişlerdir... Onlar, gerek Rasullere karşı, gerekse Rasullerin ve yeryüzünün varisleri olan muvahhid müminlere karşı aynı vahşî tavrı sergilemişlerdir... Önce tehditlerle korkutup yıldırmak, sonra yakalayıp zindana atıp işkenceler yapmak... Eğer hak dâvâsından, yani İslâmdan vazgeçip küfre dönmezse öldürüp şehid etmek!..
Kendilerini, Firavn gibi egemen oldukları bölgelerde ilâh ve rab görüp kabul eden zalim tağutlar, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlânın yegâne Rabb ve ilâh olduğunu asla kabul etmediler... Egemenlikleri altındaki bölgelerde işgal ettikleri rablik ve ilâhlık makamını, onun yegâne sahibi Allaha bırakmak istemediler... Kendi bölgelerinde, yalnız Allahın Rabb ve ilâh olduğunu, kendilerinin buna asla haklarının olmadığını söyleyen katıksız iman sahibi mümin müslümanlara en vahşî katliâmları uyguladılar... Dünkü zalim tağutlar böyle idi!..
İşgal ettikleri İslâm topraklarında egemen olan günün zalim tağutları, dünkü tağutların şaşmaz takibçileridirler!.. Kadın, çocuk, bebek, ihtiyar ve genç demeden, binlerce mustazaf mazlum müslümanlara aynı vahşî zulümler yapıyor, aynı katliâmları gerçekleştiriyorlar... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen zalim tağutların yaptığı katliâmlardan dolayı, İslâm toprakları mazlum müslümanların kanıyla sulanmaktadır... İslâm toprakları, süper tağutî güçler tarafından karış karış bombalanmakta, bu topraklarda taş ve çakıllar yerini, füze ve bomba parçalarına bırakmaktadır!..
Kendilerini hakka, iyiliğe, hayra ve doğruluğa çağıran, yegâne Rabb Allahın hükümleriyle hayatlarını düzenlemeye davet eden elçilere karşı kasaba halkının, onları reddedişleri ve onları uğursuz sayıp başlarına gelen musibetlerin sebebi kabul edişleri de, yine şirk ve küfür cephesinin ortak tavrından dolayı idi...
Tarih boyunca şirk cephesinin, Rasullere ve onların izini takip eden varisleri muvahhid müminlere karşı aynı mantıksız ve akılsız tavrı sergilediği gözlenmiştir... Bu günde, İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutî güçler aynı şeyi beyan ediyorlar... Geri kalmışlıklarının, ilerlemeyişlerinin, işlerinin bir türlü rayına girmeyişinin sebebi, aralarında Allaha gereği gibi iman eden ve emroludukları şekilde ibadet eden muvahhid müminlerin varlığına bağlıyorlar... Aralarında, yalnız Allaha iman eden, Onu yegâne Rabb ve ilâh kabul edip yalnızca Ona itaat eden ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)in yolunu takib eden mümin müslümanlar olmasa imiş, onlar dünyanın süper güçleriyle yarışacak bir hâle gelirlermiş...vs...vs.. vs!..
Rabbimiz Allah, küfür ve şirk cephesinin birbirinin aynısının tıpkısı olan, bütün zaman ve mekânda değişmeyen yapısını şöyle beyan buyurur:
Onlara bir iyilik geldiği zaman: Bu, bizim için dediler. Onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da,) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında uğursuz olanlar, kendileridir, amma çoğu bilmezler. (Araf, 7/131)
Dediler ki: Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık. Dedi ki: Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz, denenmekte olan bir kavimsiniz. (Neml, 27/47)
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur. Yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda (kalelerde) olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunursa: Bu Allahdandır derler. Onlara kötülük dokunsa: Bu, sendendir derler. De ki: 'Hepsi Allahdandır. Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar. (Nisa, 4/78)
Kendilerini, üzerinde yaratılmış oldukları fıtrat dinine[505] davet ettikleri için şehrin müşrik egemen tağutları tarafından dışlanan elçiler:
Dediler ki: Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz, ölçüyü kaçıran bir kavimsiniz. (Yasin, 36/19)
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şöyle der:
Bu, Sizin uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, sizin kendinizdedir demektir. Daha sonra bu elçiler, onların, Sizi recmederiz sözlerine:
- Size nasihat edilip hakikat; mucize ve delillerle açıklanınca, yine bize böyle yapar mısınız? Hayır, hayır, siz, sayesinde uğur ve bereket elde edeceğiniz kimseleri uğursuz sayarak, kendilerine ikram etmeniz gereken kimselerin canına kastettiğiniz için, haddi aşan bir güruhsunuz, demişlerdi.
Yahud da bu ifade:
- Sizler, kâfir olduğunuz, mucize ve burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen, haksızlıkta ısrara devam ettiğiniz için haddi aşmışsınız, demektir.
Çünkü kâfir, günahkârdır. Kendilerine deliller tamamen anlatılıp, her şey izah edilip buna rağmen küfürde ısrar edince, müsrif olmuş olurlar. Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için haddi aşan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler. Bir şeyden uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı.
Küfürdeki israflarına gelince, onlara düşen delile tabi olmalarıydı. Bu olmazsa, en azından onun zıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Amma bunlar, iman hakkında apaçık deliller ortaya çıktıktan sonra bile küfre çakılıp kalmışlardı.[505]
İmam İbn Kesir (r.a.) de, şunları kaydeder:
Biz, size öğüt verip Allahın birliğine çağırdığımız ve Ona samimiyetle kulluğu emrettiğimiz için mi bizi bu sözlerle karşılıyor, tehdidle mukabele ediyorsunuz?
Katâde (r.a.), bu ayete şöyle mânâ vermiştir:
- Bizim, size Allah adına öğüt verdiğimiz için mi siz, bizde uğursuzluk olduğunu söylüyorsunuz? Hayır, siz, çok aşırı giden bir kavimsiniz![505]
Bir şirk toplumu olan cahiliyyet ülkesinin müşrik ve kâfir halkı, kendilerini Allaha davet eden elçilerle mücadeleyi inadla sürdürüyorlardı... Onlar, bile bile inkâr ediyor ve inkârlarında kararlı davranıyorlardı... Onlar, şirk ve küfür üzere yaşamaya kesin karar verip de, iman etmeyi kesinlikle kabul etmeyince ve Allah düşmanlığını ısrarlı tavırlarıyla sürdürünce, onların asla iman etmeyeceklerini bilen Rabbimiz Allah, kendilerini cezalandırmıştı...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şüphesiz, inkâr edenleri, uyarsan da, uyarmasan da onlar için farketmez, inanmazlar.
Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlarındır. (Bakara, 2/6-7)
Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerlerinde hak olanlar, onlar inanmazlar.
Onlara her ayet getirilse bile. Acı azabı görünceye kadar. (Yunus, 10/96-97)
Hani, Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim, gerçekten benim, sizin için Allahdan gönderilmiş bir Rasul olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz? İşte onlar, eğrilip sapınca Allah da, onların kalblerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez. (Saff, 61/5)
Onların kendi sözlerini bozmaları, Allahın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: Kalblerimiz örtülüdür demeleri nedeniyle (onları lânetledik). Hayır, Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisa, 4/155)
Biz, onların kalblerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi tersine çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terkederiz. (Enâm, 6/110)
Küfrü imana, şirki Tevhide, batılı hakka, tağutî düzeni İslâma ve yanlışı doğruya tercih edip, bu tercihlerinde bile bile inad ederek kesin tavırlı olan müşrik kâfirlerin kalbleri mühürlenmiştir... Bu, onlara Allahın verdiği ve kendilerinin hak ettikleri bir cezadır...
Onların, hevalarını ilâhlaştırıp[505] kendi hükümlerini, Allahın hükümlerine tercih edince ve birbirlerinin rabliğine inanıp birbirlerine kul olup, bu kulluğu, Allaha kul olmaktan daha iyi görünce, Allah, onları cezalandırmıştır!..
Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. (Yasin, 36/10)
Rasuller ve Rasullerin varisleri olan muvahhid müminler, ancak hidayeti arzulayan ve şuurlu olarak iman etmeyi isteyenleri uyarabilirler... Onların uyarmalarına, ancak Allahdan gelen vahyi kabul edenler ve İslâma inananlar tabi olurlar...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Sen ancak, zikre (Kurâna) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)a (karşı) İçi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin, 36/11)
Allah, hidayeti isteyen kullarına hidayet nasib eder... Hidayet isteyen, kendi lehine davranmış olur... Allah, imanı küfre, Tevhidi şirke, hakkı batıla ve Hak Din İslâmı tağutî düzenlere tercih eden, bu tercihinde samimi ve kararlı olan kullarına hidayeti verip, onların hidayetlerini arttırır...
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
De ki: Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidayete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidayete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzeriniz de bir vekil değilim.
Sana vahy olunana uy ve Allah, hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus, 10/108-109. İsra, 17/15)
Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin katında sevab bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. (Meryem, 19/76)
Kendilerini batılı bırakarak hakka gelmeye, küfrü reddedip iman etmeye, şirki terk edip Tevhidi kabul etmeye davet eden üç elçiyi yalanlayan ve kendilerini tehdit ederek eziyet eden kasaba halkının içinde şuurlu bir şekilde hidayete koşan ve idrak ederek iman eden bir muvahhid mümin ortaya çıkıyor... Hakka ve hayra davet eden elçilerin davetini kabul ediyor ve onların yandaşı olarak kavmini uyarıp iman ederek elçilere uymaya davet ediyor...
Kasaba halkından imanı ve İslâmı bile bile reddedenlere karşı, kâlbini hidayete açmış, isteyerek iman etmiş bir muvahhid müminin ortaya çıkışı, her zaman ve her mekânda şirk üzere direnenlerin olacağı gibi, iman üzere sabredenlerin varlığı da bir gerçektir... İnsanların hidayetlerinden kolay kolay ümit kesmemek gerek... Muvahhid müminlerin vazifesi, insanların hidayetlerine vesile olmaya çalışan birer ihya eri olmaktır!.. Tebliğ ve davet çalışması durmamalıdır!..
Ebu Rafi (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Resulullah (s.a.s): Senin vasıtanla Allahın bir kişiye hidayet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.[505]
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahiliye toplumunun merkezi olan o kasabanın en uzak yerinden, yani kenar semtlerinin birinden hidayet bulup iman etmiş bir muvahhid mümin, koşarak gelip halkı imana davet eden elçilerle tartışan kavmine, elçilere uymayı tavsiye ediyordu...
Gerçeğin tâ kendisi olduğundan hiçbir şübhemiz olmayan bu olayı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere uyun, dedi.
Sizden ücret istemeyenlere uyun. Onlar, hidayet bulmuş kimselerdir. (Yasin, 36/20-21)
Şehrin kenar mahallesinden koşarak gelen bu muvahhid mümin, kimsesiz, fakir ve garip olanların arasından gelen mütevazi bir şahsiyettir... Onun, dünya menfaatı, mal, servet ve şöhret derdi yoktur... O, elindeki imkânları, dünyadaki payını unutmamak kaydıyla ahiret yurdunu aramak için sarf edenlerden birisiydi...[505] O, Kendisine verilen dünya nimetlerinden dolayı haddini aşan ve azgınlık yapan bir mütekebbir değildi... Zaten öteden beri, Allah Teâlânın gönderdiği Rasul ve Nebîlere, cahiliyye şirk toplumların içinde zayıf, yani mustazaf insanlar iman edip tabi olmuşlardır... Rasullerin etrafında ilk iman halkasını oluşturan muvahhid müminler, halkın zayıf tabakası mensubları idiler...
Rasulullah (s.a.s.) ile Hudeybiye barışını imzalayan Mekke şirk devletinin reisi Ebu Süfyan, daha sonra ticaret maksadıyla Şama giden Kureyş kafilesi içinde bulunduğu sırada, Bizans Kayseri Hırakliyusun daveti üzerine kendisiyle görüşmüş ve Hırakliyusun sorularına cevab vermişti... Hırakliyus, kendisine Rasulullah (s.a.s.)ı sormuştu...
Ebu Süfyan anlatıyor:
Hırakliyus, bana:
- Ona tabi olan halkın eşref takımından mı, yoksa zayıfları mıdır? diye sordu.
Ben:
- Halkın zayıf olanlarıdır, dedim.
(................)
Bunun üzerine tercümana dedi ki:
- Ona söyle:
Ona (Rasulullaha) tabi olanlar, halkın eşrafı mı, yoksa zayıfları mı? diye sordum. Ona tabi olanların, insanların zayıfları olduğunu söyledin.
Rasullerin tabileri de (zaten) onlardır.[505]
Cahiliyye şirk toplumlarının egemen müstekbir tağutlarının, kendilerine gönderilmiş olan Allahın Rasullerine itirazları da bu yönden idi... Rasullere, halkın mustazaf tabakasının tabi oluşları ve Rasulün etrafında ilk iman halkasını meydana getirişleri, müstekbir egemenlerin asla kabul etmediği bir şeydir...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Hani onlara kardeşleri Nuh: Sakınmaz mısınız? demişti. Gerçek şu ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir Rasulüm.
Artık Allahdan korkup sakının ve bana itaat edin.
Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim, yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.
Artık Allahdan korkup sakının ve bana itaat edin.
Dediler ki: Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır mıyız? (Şuara, 26/106-111)
Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiğinde: Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim. derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük akıllılardır, amma bilmezler. (Bakara, 2/13)
Sabah akşam -Onun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde bir şey (yükümlülük) yoktur ki, onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.
Böylece: Allah, içimizde bunlara mı lütufta bulundu? demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi? (Enâm, 6/52-53)
Bu ayetlerin esbâb-ı nüzûlü için şu olay beyan ediliyor:
Sad b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:
- Bu ayet, biz şu altı kişi hakkında inmiştir: Ben, İbn Mesud, Suheyb, Ammar, Mikdad, ve Bilâl.
Bunun üzerine Kureyşliler Rasulullah (s.a.s.)'e:
- Biz, şu fakir kimselerle tek bir cemaat hâlinde birarada bulunmaktan elbette hoşlanmayız. O hâlde onları kovup yanından uzaklaştır ki, seninle oturalım, dediler.
Rasulullah (s.a.s.)in kalbine, Allahın dilediği kadar dahil oldu da, Allah Teâlâ, bu ayeti indirdi.[505]
Şehrin uzak yerinden koşarak gelen muvahhid mümin şahsiyet, Rasullere ilk iman eden halkın mustazaflarından birisiydi... Bundan dolayı müstekbir müşrikler, ona itibar etmediler... Çünkü onlar, mânâyı değil maddeyi görüyorlardı... Onların değer ölçüsü iman değil, içi şişkin cüzdan idi... Onlar hikmete değil, servete bakıyorlardı... Onlar, dünyalarını ahirete değişmişlerdi... Bunun için iman ve hikmetle dopdolu olarak şehrin kenar semtlerinin birisinden koşarak gelen o izzet sahibi muvahhid mümin kişiye değer vermediler... Ölçüsü madde olanlar, mânâyı görecek gözü kaybeder, imanı değerlendirecek kalbi idraksız bırakırlar!..
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Rabbimiz Allahın değer verdiği kullarının vasıflarını hadislerinde beyan buyurmakta ve bu değerin onlardaki katıksız-kuvvetli imandan bir de işledikleri salih amellerden ileri geldiğini anlatmaktadır...
Ebu Hüreyre (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
Nice kapılardan kovulmuş peşmürde insan vardır ki, Allaha yemin etse Allah, onu yemininde sadık çıkarır.[505]
Muaz b. Cebel (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), (bana):
Sana, cennetin padişahların(ın sıfatların)dan haber vereyim mi? buyurdu.
Ben:
- Belâ (haber ver), dedim.
(Bunun üzerine) O:
Zayıf olup (toplum nazarında) zayıf görülen, eski iki parça elbiseye bürünen, kendisine hiç değer verilmeyip iltifat gösterilmeyen ve (bir şeyin olması veya olmaması için) Allaha yemin (veya dua) ederse Allah, onun duasını (veya yemini)nin gereğini (keremiyle) yapacak (derecede Allah katında kıymetli mümin) olan her adamdır. buyurdu.[505]
İşte böyle bir şahsiyetti o muvahhid mümin kişi... Onun koşup gelmesinde iman var, ihlâs var, doğruluk ve sadelik var!.. Bu izzet sahibi muvahhid şahsiyet, elçilerin yaptığı hakka davetin, hakîkatin tâ kendisi olduğunu delilleriyle yakîn bir anlayışla kavramış ve iman ederek onların safına katılmıştı... Kalbi, imanın gerçeğini kabul edince vicdanı, hareket hâline gelmiş ve bütün varlığıyla iman safına katılıp Tevhid hareketinin bir eri olmuştu... Katıksız imanı, Allahdan başka hiç kimseden korkmama tavrı onu, imanını açıklamaya ve insanları bu hakikata davete koşturmuştu...
Şehrin en uzak yerinden kalkıp gelir, şirk ve küfürde direnen kavmini imana davet eder, onları en büyük zulüm olan şirkten[505] ve insanların birbirine zulmetmesinden alıkoymaya çalışır, müşriklerin, üç elçiye karşı düşmanca tavırlarının doğru olmadığını onlara anlatır ve böyle davranmaya devam ederlerse, başlarına gelecek korkunç belâdan dolayı kendilerini uyarır...
Kavmine, kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere uymalarını tavsiye eder... Bu şahsiyetler doğru yoldadırlar... Allahın rızasından başka hiçbir şeyi istemiyorlar... İnsanlardan herhangi bir karşılık beklemiyor ve ücret istemiyorlar... Onlar, hidayeti bulmuş yüce şahsiyetlerdir...
Bu muvahhid mümin, şirk üzere olan kavmine, niçin iman ettiğinin hakikatını beyan etmektedir:
Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz, Ona döndürüleceksiniz. (Yasin, 36/22)
Bu muvahhid şahsiyet, Rabbi Allahın onu, nasıl ve niçin yarattığının farkında, kendini bilmiş, dolayısıyla Rabbini tanımış birisidir...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allahdan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa, 4/1)
Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım. (Zariyat, 51/56)
Ve devam ediyor imanı tebliğ etmeye muvahhid şahsiyet:
Ben, Ondan başka ilâh edinir miyim ki, Rahmân (olan Allah) bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaatı bana bir şeyler sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler. (Yasin, 36/23)
Allahdan başka ilâh olmadığını, göklerde de ilâh, yerde de ilâh yalnızca Allah olduğunu kavmine beyan eden muvahhid mümin, ibadette Allaha asla şirk koşulmamasını da hatırlatıyor...
Rabbimiz Allah, ayetlerinde, bu hakikatı şöyle beyan buyurur:
Şu hâlde bil, gerçekten Allahdan başka ilâh yoktur. (Muhammed, 47/19)
Göklerde ilâh ve yerde ilâh Odur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. (Zuhruf, 43/84)
Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın. (Kehf, 18/110)
Allah, sana zarar dokunduracak olursa, Ondan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, Onun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bunu isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus, 10/107)
Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bırakacak olursa, O'ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allaha tevekkül etsinler. (Âl-i İmrân, 3/160)
Bütün bu hakikatları kavramış olan muvahhid mümin şahsiyet, herhangi bir ikrah-ı mülci olmadan, bildiğinin ve inandığının aksine şeyleri söyleyip yaparsa, elbette bu korkunç bir hata olup apaçık bir haktan sapma gündeme gelir... İman etmiş ve imanın kalbini ihata ettiği mümin müslüman bir kişi, imanının aleyhine herhangi bir şeyi yapmaktansa, ateşe atılmayı, uçurumdan düşmeyi ve zindanlarda çürümeyi tercih eder...
O muvahhid mümin şahsiyet, bu şuurla şunları beyan ediyor:
O durumda ise, gerçekten ben, apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.
Şübhesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim, işte beni işitin. (Yasin, 36/24-25)
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahiliyye toplumunun zalim müstekbir tağutlarına karşı imanını haykıran, doğruları, hiçbir noksanlık bırakmadan apaçık anlatan o muvahhid şahsiyete karşı bütün müşrikler elbirliği edip üzerine hücum ederler... O muvahhid mümini, çok korkunç ve vahşî bir saldırı ile şehid ederler...
Tarih boyu egemen zalim tağutların, hakikatları beyan eden muvahhid müminlere karşı yapmış olduğu şey, onları zindanlara atıp sesleri kesmek, ya da öldürüp şehit etmek...
Abdullah İbn Mesud (r.a.), o, muvahhid mümini vahşî saldırılar ile şehid eden katil, zalim tağutların yaptıklarını şöyle anlatıyor:
- Bağırsakları dübüründen çıkıncaya kadar onu, ayaklarıyla çiğnediler. Daha sonra onu, kuyuya attılar. İşte er-Ress diye bilinen kuyu budur. Ashab-ı Ress de, onlardır.[505]
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Allah yolunda ölenleri sakın ölüler saymayın. Hayır, onlar, Rabbleri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.
Allahın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir.
Onlar, Allahdan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allahın müminlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler. (Âl-i İmrân, 3/169-171)
O muvahhid mümin, insanlık katili zalim müstekbirler tarafından şehid olunduktan sonra cennete girmiş ve yegâne Rabbi Allahın kendisine ikramını görmüştür... Allah, ondan razı olsun...
Ona: Cennete gir denildi. O da: Keşke benim kavmim de, bir bilseydi dedi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını. (Yasin, 36/26-27)
İbn Abbas (r.anhuma) der ki:
- Hayatında kavmine:
Ey kavmim, gönderilmiş bulunan elçilere uyun! diye öğüt vermişti.
Öldükten sonra da:
Keşke kavmim bilir olsaydı, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını. diyerek nasihat etmiştir.[505]
Rabbimiz Allah şöyle buyurdular:
İman edip salih amellerde bulunanlar, onlar için bağışlanma (mağfiret) ve üstün bir rızık vardır. (Hacc, 22/50)
Rabbimiz Allah, o muvahhid kulunun şehid edilmesinden sonra, kâfir müşriklerin, zalim tağutların bulunduğu ve küfürlerinde kesin kararlı oldukları o kasabayı, ya da şehri tamamıyla helâk etmiştir...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
(Ancak onlara) yalnızca bir tek çığlık (sayha) (yetti). Anında sönüverdiler. (Yasin, 36/28-29)[505]
Biz, yaşama biçimleriyle refah içinde şımarıp azmış nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri, çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturabilmiş değildir. (Onlara) varis olanlar Biziz.
Senin Rabbin, ana yerleşim merkezlerine, onlara ayetlerimizi okuyan bir Rasul göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas, 28/58-59)
Yegâne Rezzak olan Rabbimiz Allahın şükretsinler diye onlara vermiş olduğu nimetlere nankörlük yapıp şımaran ve bununla mütekkebir olup azanlar, yıkıma uğramışlardır Rabbleri Allahın kendilerine verdiği bunca nimetlere karşı nankör davranmış, Allaha kul olmak konusunda vazifelerini ihmâl etmiş, hevalarını ilâhlaştırmış ve müstekbir zalim olma yolunda yarışmışlardı Allaha karşı tuğyan edip azgınlaşan kavimlerin sonu, korkunç bir felâkettir Çünkü Allah Teâlâ, onlara, kendilerini uyaran, onları dosdoğru yola çağırıp rehberlik eden, onlara adaleti ve iyiliği emredip, zulmü ve kötülüğü yasaklayan bir Rasul göndermişti Onlar, Rasullerini dinlememiş, Allahın emirleriyle amel etmemiş, aksine Rasullerine karşı düşmanca davranmış, Allahın emirlerinin yerine nefsanî hükümlerle amel etmişlerdi
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Andolsun, Biz her ümmete: Allaha kulluk edin, tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik. (Nahl, 16/36)
Rabbimiz Allah, insan kullarını azgınlıklarından ve tuğyanlarından vazgeçsinler, nankörlüğü bıraksınlar, şirki ve küfrü terk edip iman ederek, nimete şükretsinler diye, onlardan öncekilerin hâllerini örnek olarak beyan buyurmaktadır:
Allah, bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi. Rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allahın nimetlerine nankörlük etti. Böylece Allah, yaptıklarına karşılık olarak ona, açlık ve korku elbisesini (giydirip acıyı) tattırdı.
Andolsun, onlara, kendi içlerinden bir Rasul gelmişti, fakat onlar yalanladılar. Böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab onları yakalayıverdi. (Nahl, 16/112-113)
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Toprağı altüst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allahın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (Rum, 30/9)
Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir. (Âl-i İmrân, 3/182)
Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir. (Fussilet, 41/46)
Rabbimiz Allah, insan kullarının sonu yakıcı ateş olan bir azaba uğramamaları için kendilerini apaçık delillerle uyaran Rasullerini vazifeli kılmıştır Rasuller, insanların eğitim ve öğretiminde başarılı olsunlar diye çok gayret etmişlerdir Onlara, doğruları öğretmiş, kendilerini eğri olanlardan alıkoymuşlardır Nankörlük yapmamayı, Allaha karşı isyan etmemeyi, böylece salih kul olmayı öğretmişlerdir Allahın nimetlerine şükrettikçe ve hükümleriyle amel ettikçe nimetin, sağlığın ve mutluluğun artacağını beyan etmişlerdir
Öyleyse Allahın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz olanlarını yiyin, eğer Ona kulluk ediyorsanız, Allahın nimetine şükredin. (Nahl, 16/114)
Rabbimiz Allah, ana yerleşim merkezlerine Rasullerini gönderir ve insan kullarına hükümlerini bildirir Rabbimiz Allah, insan kullarını uyarmadıkça, onları bilgilendirmedikçe ve nasıl inanıp davranacaklarını öğretmedikçe mesul tutmaz Kendilerine hak apaçık beyan edilen ve İslâma davet edilmiş olanlar, hakkı inkâr eder, İslâmı reddeder ve Allaha karşı baş kaldırıp azgınlık ettikleri takdirde çok acıklı bir azab ile cezalandırılırlar
Kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz, hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz.
(Onlara) hatırlatma (yapılmıştır). Biz, zulmedici değiliz. (Şuara, 26/208-209)
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir Rasul gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra, 17/15)
Kendisinden sonra hiçbir Rasul ve hiçbir Nebînin gelmeyeceği, Rasullerin ve Nebîlerin sonuncusu, yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s.), ahir zaman Nebîsi ve Rasulüdür O, dünya ana yerleşim merkezi olan Mekke şehrinde, Rabbimiz Allah tarafından vazifeli kılınmıştır Rasulullah Muhammed (s.a.s.), kıyamete kadar bütün insanlık âleminin yegâne Peygamberidir O (s.a.s.), hangi ülkeden, hangi kavimden, hangi ırktan, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun kadın-erkek bütün insanların Peygamberidir
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)in, bütün insanlık için gönderildiğine dair kendisini gönderen Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
De ki: Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah, benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi ve kime ulaşırsa kendisiyle uyarmam için bana şu Kurân vahyedildi. Gerçekten Allahla beraber başka ilâhların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz? De ki: Ben, şehadet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilâhtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. (Enâm, 6/19)
De ki: Ey insanlar, ben, Allahın sizin hepinize gönderdiği Rasulüyüm. (Araf, 7/158)
Cabir (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
Benden önce hiçbir kimseye (peygamberlere) verilmeyen beş şey bana verildi:
(Eskiden) her peygamber, hasseten kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise, kızıl ve siyah bütün insanlara gönderildim "[505]
Hangi kavim, hangi renk ve hangi dil ile hangi ülkeden olursa olsun kıyamete kadar bütün insan kullarına Rasul olarak gönderdiği kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)e şöyle seslenir Rabbimiz Allah:
İşte Biz sana, böyle Arabça bir Kurân vahyettik. Şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinde şübhe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) bir bölümü cennette bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedir. (Şura, 42/7)
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)den önce kendi kavimlerine gönderilen bütün Nebî ve Rasuller (Allahın salat ve selâmı üzerlerine olsun), ana yerleşim merkezlerinden Hak Dini tebliğ etmiş ve insanları yegâne din olan İslâma davet eylemişlerdi!..
Rasulullah (s.a.s.)in ümmetinden önce yaşamış olan ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssaları hak ve gerçek olarak, Rabbimiz Allah tarafından Kurân-ı Kerimde beyan olunmuştur Onların kıssalarında, yani yaşadıklarında ve başlarına gelenlerde, hikmet, ibret ve dersler vardır
Rabbimiz Allah tarafından beyan edilen hak ve gerçek olan kıssalardan birisi de, Yâsîn Sûresindeki, kendilerini Allaha davet etmek üzere gelen üç ihya erinin ve şehir halkının kıssasıdır
Şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:
Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
Hani Biz, onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar, ikisini yalanlamışlardı. Biz de, (iki elçiyi) bir üçüncüsüyle güçlendirdik. Böylece dediler ki: Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.
Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz. (Yasin, 36/13-15)
Rabbimiz Allah, şehirlerden bir şehre veya kasabalardan bir kasabaya birbirini destekleyen iki elçisini göndermiştir... Rabbimizin Hak Dinini, yani İslâmı, Tevhid akîdesi ve salih ameliyle insanlara anlatmak, onların hidayet bulmasına vesile olmak, onları dosdoğru yola davet etmek üzere kasaba halkına tebliğe başlayan elçiler, kasabanın müşrik ve kâfir halkı tarafından yalanlanmışlardı
Allahın, davet ve tebliğ ile vazifeli kıldığı iki elçi, Ulul-Azm Peygamberlerden kelimullah[505] Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.) gibi birbirlerine yardımcı olup insanları, şirk ve küfürden kurtulup Tevhide gelmeleri için Allahın vahyettiği hükümleri apaçık beyan ediyorlardı Hakkı anlatmada ve hakka çağırmada birbirlerini destekliyor, güç kazanıyorlardı Gerek kelimullah Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), gerekse bu kasabaya gönderilen iki elçinin hâl ve tavrı, kıyamete kadar bütün mü'min müslümanlara çok güzel bir örnektir Onlar da, dosdoğru yol üzere hayatlarını devam ettirirken, Hak Din İslâmı yaşamada ve yaşatmada birbirlerine yardımcı olmalıdırlar Bu yardımlaşma, onların katıksız imanlarının bir gereğidir
Kelimullah Musa (a.s.) şöyle diyordu:
Rabbim, gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korkarım.
Ve (bundan dolayı) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için Haruna da elçilik ver. (Şuara, 26/12-13. Kasas, 28/34)
Rabbimiz Allah, muvahhid mü'min kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allaha ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allahın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şübhesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe, 9/71)
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler, ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura, 42/38-39)
Ebu Musa el-Eşarî (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
Mü'minin, mü'mine bağlılığı, taşları birbirini kenetleyen duvar gibidir.
Sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirip sımsıkı kilitledi.[505]
Mü'min müslümanlar, Rasullerinin ve Nebîlerin peşisıra dosdoğru yolda yürümeye gayret eden izzet sahibi şahsiyetlerdir
Şirk ve küfür içinde olan kasaba halkı, kendilerini Tevhide ve imana davet eden iki elçiyi yalanlayınca Allah, gönderdiği diğer bir vazifeli elçi ile o ikisini güçlendirmişti Allaha davet eden üç elçi, kasaba halkına kendilerini ve vazifelerini açıklamışlardı:
Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.
Cahiliyyetin değişmez karakterine sahib olan kasabanın müşrik ve kâfir halkı, selefleri gibi davranmış, aynı inkârı ve aynı yalanlamayı gündeme getirmişlerdi
Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz.
Allah Teâlânın, kendilerine Tevhidi anlatsın ve dosdoğru yolu göstersin diye göndermiş olduğu Rasul ve Nebîlere karşı, her şirk toplumu halkının tepkisi aynı olmuştur Onlar, Allah Teâlâdan kendilerine meleklerin elçi olarak gelmesini beklemektedirler Kendileri gibi bir insanı, Allahın elçi olarak vazifelendirip kendisine vahyederek onlara göndereceğini bir türlü kabul etmemekteler Halbuki Âlemlerin Rabbi Allah, risaletini kime ve nasıl vereceğini yalnız bilendir:
O (Allah): Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuha vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahime, Musaya ve İsaya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir. (Şura, 42/13)
Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: Allahın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz, kesin olarak inanmayacağız. Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir. (Enâm, 6/124)
Egemen zalim tağutlar tarafından işgal edilmiş İslâm topraklarında, esaret altındaki müslümanlar arasında şuurlanıp zulme ve tağutlara karşı ortaya çıkan muvahhid mü'minlere karşı, şuursuzlaştırılmış ve köle ruhlu hâline getirilmiş halktan aynı tepkiler gösterilmektedir
Peygamberin varisleri olan muttakî muvahhid mü'minlerin, cahiliyye düzenlerine karşı çıkışları, tağutları reddedişleri ve sapıttırılan din anlayışını düzeltmeye çalışmaları, birilerinin keyfini kaçırmakta, işlerini bozmakta, uyutma tuzaklarını alt-üst etmekte, sömürü planlarını iflas ettirmekte ve menfaatlarına zarar vermektedir Bundan dolayı bu muvahhid mü'minlere karşı, hem egemen zalim tağutlar, hem de tağutların aldattığı, kendilerine itaat ettirdiği kişiler tavır koymaktadır Aldatılmış ve sömürülmeye devam edilen şuursuz kitleler, bu muvahhid mü'minlere karşı, dinden hareket ederek tepkilerini ortaya koymaktadırlar
Bunlar da nereden çıktı?.. Falanca hocalar veya şeyhler bilmiyorlar da, bunlar mı biliyor?.. Bunlar, fitne çıkarıyorlar?... Olur mu öyle şey?... Eğer bunların söyledikleri doğru olsaydı, her hâlde hocalarımız, üstadlarımız, efendilerimiz ve mürşidlerimiz bize söylerlerdi!.. Buna benzer itirazlarla hak ve hakikat olanları reddediyorlar Halbuki hakkın ve hakikatın değişmez, eskimez, zamanı geçmez, her an taptaze ve yepyeni kaynağı bellidir: Kurân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)in Sünneti. Bununla beraber Ümmetin İcmâsı ve Muttaki Müctehid Fakîhlerin Kıyası. İşte hakikatin delilleri!.. Yegâne hayat nizamı İslâm, bu delillerle bilinir
Herhangi muttakî muvahhid bir mü'min, bu delillerden hareketle bir doğruyu, bir hakkı ortaya koymuş ise, onun toplumsal mevkiine bakmadan kabul etmek gerekir Mümin müslümanlar, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile bilirler Hakkı olaylarla değil, olayları hak ile değerlendirirler Ölçü olarak, hak esastır!..
Herhangi bir haklı ve haksız sebebten dolayı, hocalarımız, efendilerimiz, üstadlarımız, mürşidlerimiz, şeyhlerimiz ve ağabeylerimiz, herhangi bir şeyden çekinerek doğruları, hakikatı ve hak olanı söyleyememiş olabilirler!.. Onların söyleyemediği hak olan bir şeyi, bir muvahhid mü'min söyleyip İslâmî delillerle isbat ettiği takdirde niçin kabul edilmesin?.. Acaba onun sosyal mevkisinin yeterli olmayışı, söylediği hakkı, batıl kılar mı?.. Söylediği veya yaptığı doğruyu, yanlış hâle getirir mi?.. Hak ve doğru, her kim tarafından söylenirse söylensin ve yapılırsa yapılsın, hak ve doğrudur!.. Asla değişmez!..
İnsan, değişebilir, yanılabilir ve şaşırabilir Hatta toplumsal baskılardan ve tağutların zulmü korkusundan dolayı, ikrah altında doğrular gizlenebilir Ya da doğrular, idraksizlik ve bilgisizlik sonucu kavranmayabilir Veyahud çeşitli menfaatlardan dolayı bilindiği hâlde, bilinmiyor gibi davranılabilinir!..
Evet, bütün bunlar olabilir Fakat değişmeyen yanılmayan, şaşırmayan bir hakikat var: Allahın Kitabı Kurân-ı Kerim ve Onun Rasulü Muhammed (s.a.s.)in Sünneti!
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız müddetçe asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar: Allahın kitabı ve Nebîsinin Sünnetidir.[505]
Her kim katıksız iman eder ve salih amele devam etmek kaydıyla bu iki sapasağlam delile sarılacak olursa o, şaşmaz, değişmez ve dosdoğru yoldan sapmaz!..
Her kim ki, dinde olmadığı hâlde dinden kabul edip, kendisiyle amel edildiği takdirde ibadet ettiğini zannederek sevab beklediği bir şeyi yaparsa bidat işlemiş olur Bidatler, Rasulullah (s.a.s.) tarafından reddolunmuş ve yasaklanmıştır
Ümmül-müminin Aişe (r.anha)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
Her kim, bizim şu din işimizin içinde ondan olmayan bir bidat icad ederse, o (icad) reddedilmiştir, batıldır.[505]
İrbad b. Sâriye (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Dinde, sonradan çıkarılan işlerden sakının! Gerçekten her sonradan çıkarılan şey, bidattır. Ve her bidat sapıklıktır.[505]
Huzeyfe (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ, bidat sahibinden oruç, namaz, sadaka, Hacc, umre, cihad, tevbe ve fidyeden hiçbir şey kabul etmez. Kılın hamurdan çıktığı gibi o da, İslâmdan çıkar.[505]
Cabir b. Abdullah (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Sözlerin en doğrusu Allahın Kitabı, yolların en güzeli Muhammedin yolu, amellerin en şerlisi ise, sonradan uydurulanlardır. Her sonradan uydurulan bidattır, her bidat sapıklıktır, her sapıklık da cehennemdedir.[505]
Gerek egemen tağutların egemenlik menfaatlerine yaradığından, gerekse onların işgal ettiği İslâm topraklarında şirk kültürüyle eğitmeye çalıştıkları ve cahil bıraktırdıkları halk kitleleri tarafından bidat ve hurafeler din hâline getirilmeye başlanmıştır Gerek akîde konusunda, gerekse amel konusunda bidat ve hurafeler, bir çok farz ve Sünnetin yerine geçirilmiş, onlarla ibadet edilmeye hassasiyet gösterilmiştir Dosdoğru yoldan bir sapma olan bu inanç ve amel ile, Hak din olan İslâm'dan sapılmış, doğrular yanlış, yanlışlar doğru görülüp kabul edilmiştir Batıl, hak ile karıştırılmış, hakkı batıl, batılı da hak olarak kabul etmiş toplumlar ortaya çıkmıştır
Ebu Ümâme (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücadele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.
Sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:
Dediler ki: Bizim ilâhımız mı daha hayırlı, yoksa O mu? Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar, tartışmacı ve düşman bir kavimdir.(Zuhruf, 43/58)[505]
Bidat ve hurafelerin, dinden kabul edilip ibadet kasdıyla işlendiği bir cahiliyye toplumunda, Rasulullah (s.a.s.)in uygulaması olan Sünnet ortadan kaldırılır Çünkü Hak Din olan İslâm, Rabbimiz Allahın tamamlanmış olan bir nimetidir...[505] Rasulullah (s.a.s.) de, dinden hiçbir noksanlık bırakmadan emrolunduğu gibi dosdoğru davranarak,[505] emredilenleri uygulamıştır Kitab ve Sünnet, hiçbir noksanlık bırakmadan bütün hayatı kuşatmış, insanların bütün ihtiyaçlarına cevab vermiş ve problemlerini çözmüştür İnsanlar, hayatı kuşatıcı Kitab ve Sünnet'i bırakırsa, bıraktıkları kadar bir boşluk kalır Bu hayatî boşluğu, Kitab ve Sünnetin gereğiyle doldurmaz da, kendi zevklerine, zanlarına ve hevalarına göre dolduracak olurlarsa, Sünnet'i kaldırmış, onun yerine bir bidat koymuşlardır Dolayısıyla Sünneti ortadan kaldırmışlardır
Gudeyf b. Haris (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
Bir topluluk, bir bidat icad ederse, mutlaka onun karşılığı bir Sünnet ortadan kaldırılmış olur.[505]
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen cahilî anlayıştan ileri gelen bu korkunç olayın farkına varan, uyanan, şuurlanan, katıksız iman edip, Hak Din olan İslâmı gerçeğiyle kavrayan muvahhid mü'minler, hakikatları olması gereken hâliyle dile getirip gündem oluşturduklarında, gerek işgalci tağutî güçler tarafından, gerekse cahil bıraktırılmış halk yığınlarınca dışlanmaktadırlar
Rasulullah (s.a.s.)in kendilerini müjdeledikleri, peygamberlerin varisleri olan Garibler, bu muvahhid ve muttaki mü'minlerdir
Amr b. Avf (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Din, garib (bir nizam) olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra, insanların Sünnetimden (yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan gariblere müjdeler olsun![505]
Amr b. Avf el-Müzenî (r.a.)dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
Kim benim Sünnetimi ihya ederek, insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevablardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevablarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bidat icad ederek, onunla amel edilmesine vesile olursa, o bidat ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.[505]
Görüldüğü gibi, şirk ve küfür toplumlarında Rasuller ve Nebîler, nasıl ters karşılanıyorlarsa, İslâmdan uzaklaştırılmış, küfür ve şirkin karıştırıldığı bir iman ile bidat ve hurafelerin hakim olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarında Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü'minler de ters karşılanıyorlar Gerek egemen zalim tağutî güçlerin, gerekse din adına cahil bıraktırılmış halkın tepkisiyle karşı karşıya kalıyorlar Elbette zafer, sabır ile beraberdir!..
Küfür ve şirk toplumları; Âlemlerin Rabbi Allahın kendilerine göndermiş olduğu Rasulleri ve Nebîleri, onların beşer oluşlarını bahane ederek reddetmişlerdi
Rabbimiz Allah, o müşrik ve kâfirlerin, Allahın Rasul ve Nebîlerini inkâr edip reddedişlerini şöyle beyan buyurur:
Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebâlini taddılar. Onlar için acı bir azab vardır.
Bu, kendilerine apaçık belgelerle Peygamberler geldiği hâlde onların: Bizi, bir beşer mi hidayete ulaştıracak? demeleri ve bu yüzden küfre saparak yüz çevirmeleri nedeniyledir. Allah da (onlara karşı) müstağnî olduğunu (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını) gösterdi. Allah, Ğanîydir, Ha-middir. (Teğabûn, 64/5-6)
Dediler ki: Bu Peygambere ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıp korkutucu olarak bir melek de indirilmesi gerekmez miydi? (Furkan, 25/7)
Andolsun,Biz, Nuhu kendi kavmine (Peygamber olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey kavmim, Allaha kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilâhınız yoktur. Yine de korkup sakınmayacak mısınız?
Bunun üzerine kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah, (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler gönderirdi. Hem biz, geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.
O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Onu, belli bir süre gözetleyin. (Mü'minun, 23/23-25)[505]
Peygamberleri dedi ki: Allah hakkında mı şübhe (etmektesiniz)? O, gökleri ve yeri yaratandır. O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet etmekte ve sizi, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Dediler ki: Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, babalarımızın tapmakta olduklarından çevirip engellemek istemektesiniz. Öyleyse bize, apaçık olan isbatlayıcı bir delil getirin. (İbrahim, 14/10)
Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: Allah, elçi olarak bir beşer mi gönderdi? demelerinden başkası değildir.
De ki: Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, Biz de, onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik. (İsra, 17/94-95)
İnsanlık tarihi boyunca tek karakterli millet olan küfür cephesinin, Allahın Rasullerini inkâr ederken öne sürmüş oldukları boş bahâneleri böyle idi
Allah davet etmek üzere birbirini destekleyen ve kasaba halkına İslâmı tebliğ eden üç elçi, o cahillerin ve o inkâr edenlerin kendilerini yalanlamalarına karşılık:
Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir.
Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur.
Onlar dediler ki: Herhâlde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır. (Yasin, 36/16-18)
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şunları beyan eder:
Bu ifade, o elçilerin, sırf yalanlama ile bu işi bırakmadıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine hakikatı onlara defalarca, tekrar tekrar anlattıklarına ve yemin ederek tekid ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar, böyle demişler ve sözlerini Lâm-ı tekid ile vurgulamışlardı. Çünkü Allahın bilmesi, yemin yerine geçer (ve yeminin cevabı lâm ile gelir). Zira olmayan şeyler hususunda, Allah biliyor ki diyen kimse, Allaha cahillik isnad etmiş olur ki bu, tıpkı yemini bozmanın cezayı gerektirmesi gibi bir ikab sebebidir. Ayetteki, Rabbimiz biliyor ifadesinde, kâfirlere bir red vardır. Çünkü o kâfirler, Siz de insansınız demişlerdi. Bu, böyledir. Çünkü Allah, onların elçi olduğunu bilince bu, tıpkı:
Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir. (Enam, 6/124) ayeti gibi olur. Yani, O, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir Zâttır. Binaenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi seçti demektir.
Daha sonra onlar, kendilerini teselli için:
- Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değil, demişlerdir.
Bu, Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni yapıp mesuliyetten kurtulduk demektir. Onlar böylece, o kavmi düşünmeye teşvik etmişlerdi. Çünkü onlar, bizim görevimiz, sadece tebliğ deyince, bu, o elçilerin onlardan hiçbir ücret istemedikleri, bir makam ve mevki elde etmek sevdasında olmadıkları, işlerinin sadece bir tebliğ ve hatırlatma olması açısından o kâfirlerin, elçilerin hâlleri üzerinde iyice düşünmelerini gerektirir. Bu, insanı tefekküre sevkeden şeylerdendir.[505]
Şu bir gerçektir ki, Rasuller ve onların varisleri olan muvahhid mü'minlerin, Allaha davet konusunda vazifeleri, apaçık bir tebliğdir Onların herhangi bir zorlayıcı güçleri yoktur Gerek şirk toplumlarında, gerekse fısk ve fucurun istilâ ettiği bir toplumda ihya erlerinin vazifesi, hakkı, iyiliği, hayrı ve doğruluğu apaçık beyan edip insanları onlara davet etmektir Kabul edenlerin, yani katıksız iman edip salih amel işleyenlerin arasında velayetin gerçekleşmesini ve kardeşliğin pekişmesini sağlamak, onları yönlendirmek ve hak üzere sebat etmelerine yardımcı olmak, ihya erlerinin diğer bir vazifesidir Tevhid akîdesini kabul edip iman kardeşi olanlar, tek millet olan küfür milletini terk edip İslâm Milletini oluşturmuşlardır İslâm Milletini oluşturan iman kardeşlerinin nasıl yaşayacaklarına dair hükmünü beyan buyuran Rabbimiz Allah, onlara şu emri vermiştir:
Ey iman edenler, Allaha itaat edin, Rasulü'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de (itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu, Allaha ve Rasu-lüne döndürün. Şayet Allaha ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa, 4/59)
Hüküm, yalnızca Allahındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf, 12/40)
Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, artık onun hükmü Allahındır. (Şura, 42/10)
İslâm Milleti, iman kardeşliği üzere oluştuğunda tâbi olacakları ilkeler bunlardır Fakat Allaha davet eden ihya erleri, bu ilkeleri kabul etmeyenlere sadece hakikatı en anlaşılır biçimiyle tebliğ etmekle görevlidirler Kendilerine hakkı tebliğ ettikleri insanlardan hiçbir maddî menfaat beklentileri olmadan, herhangi bir ücret taleb etmeden, onların hidayet bulmasına vesile olmaya gayret ederler
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şu hâlde Rasullere düşen, apaçık bir tebliğden başkası mı? (Nahl, 16/35)
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim, görüşünüz nedir söyleyin? Eğer ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana kendi katından bir rahmet vermiş de (bu,) sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz, bunu istemiyorken biz sizi, buna zorlayacak mıyız?
Ey kavmim, ben, sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim yalnızca Allaha aiddir. (Hud, 11/28-29)
Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir. (Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180)
İnsanlara karşı çok merhametli davranan, onların kendisine yaptığı eziyetlere rağmen yine kendilerini sabırla Allaha davet edip, onlara doğruları anlatmaktan geri kalmayan ihya erlerinden vazifeli elçilere karşı, şirk toplumunun en açık örneği olan kasaba halkı, kendileri gibi kâfir ve müşriklerin değişmez karakteri ile net tavırlarını ortaya koyuyorlar: Ölüm ile tehdid!..
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu o ülkede vazifeli elçiler, insanları Tevhide ve hiçbir şeyle şirk koşmadan, katıksız bir şekilde Allaha davet edince, egemen tağutların huzuru kaçtı... Çünkü eğer kasaba halkı, yegâne hüküm koyucu olarak Âlemlerin Rabbi Allaha inanır ve Onun hükmünden başka bütün hükümleri reddedecek olursa, egemen müstekbir tağutların iktidarı sarsılacaktır... Şirke dayalı, zulüm üzere bina edilmiş ve halkı sömürmekle devam eden tağutî iktidar sarsılacak olursa, yıkılacak demektir... Taşlar, bir kere yerinden oynadı mı bu, taşların yerinden sökülmesi ve yapının yıkılmasını peşi sıra gündeme getirir... Bunun için, iktidarda bulunan zalim tağutlar, aldatılmış olan halkı, kendilerini aldatan ve sömüren zalimlere karşı uyaran ve onları mutlak adalet sahibi, insanların yegâne Rabbi Allaha davet edenlere karşı, her zalim tağutun yaptığı gibi davranmışlardı:
Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.
Müşrik egemen zalimlerin, Allaha davet eden elçileri:
Andolsun, sizi taşa tutacağız tehdidini, Katâde (rh.a.):
- Taşla taşlayacağız, diye beyan ederken,
Mücahid (rh.a.):
- Hakaretle taşlayacağız, anlamını vermiştir.[505]
Şirkin egemen olduğu ve müşrik tağut Firavnın yandaşlarıyla iktidarda bulunduğu Mısırda, Allaha davet eden Kelimullah Musa (a.s.)'a karşı aynı tavrı sergilemişlerdi...
Şöyle diyordu kendisini bölgenin rabbi ve ilâhı gören müşrik tağut Firavn:
Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum. (Kasas, 28/38)
(Firavn) sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi:
Dedi ki: Sizin, en yüce Rabbiniz benim. (Naziat, 79/23-24)
Aldattığı, zulmedip sömürdüğü halkına karşı böyle davranan Mısırın zalim tağutu Firavn, insanları Allaha davet edip onların hidayet bulması ve iman etmesine vesile olan Kelimullah Musa (a.s.)a karşı şu tehditlerde bulunmuştu:
(Firavn) dedi ki: Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım. (Şuara, 26/29)
Firavn) dedi ki: Bırakın beni, Musayı öldüreyim de o (gitsin), Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum. (Mü'min, 40/26)
Dünden bugüne şirk karakterinden hiçbir şey değişmeyen küfür cephesinin egemen müstekbir tağutları hep aynı şeyi gündeme getirmişlerdir... Onlar, gerek Rasullere karşı, gerekse Rasullerin ve yeryüzünün varisleri olan muvahhid müminlere karşı aynı vahşî tavrı sergilemişlerdir... Önce tehditlerle korkutup yıldırmak, sonra yakalayıp zindana atıp işkenceler yapmak... Eğer hak dâvâsından, yani İslâmdan vazgeçip küfre dönmezse öldürüp şehid etmek!..
Kendilerini, Firavn gibi egemen oldukları bölgelerde ilâh ve rab görüp kabul eden zalim tağutlar, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlânın yegâne Rabb ve ilâh olduğunu asla kabul etmediler... Egemenlikleri altındaki bölgelerde işgal ettikleri rablik ve ilâhlık makamını, onun yegâne sahibi Allaha bırakmak istemediler... Kendi bölgelerinde, yalnız Allahın Rabb ve ilâh olduğunu, kendilerinin buna asla haklarının olmadığını söyleyen katıksız iman sahibi mümin müslümanlara en vahşî katliâmları uyguladılar... Dünkü zalim tağutlar böyle idi!..
İşgal ettikleri İslâm topraklarında egemen olan günün zalim tağutları, dünkü tağutların şaşmaz takibçileridirler!.. Kadın, çocuk, bebek, ihtiyar ve genç demeden, binlerce mustazaf mazlum müslümanlara aynı vahşî zulümler yapıyor, aynı katliâmları gerçekleştiriyorlar... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen zalim tağutların yaptığı katliâmlardan dolayı, İslâm toprakları mazlum müslümanların kanıyla sulanmaktadır... İslâm toprakları, süper tağutî güçler tarafından karış karış bombalanmakta, bu topraklarda taş ve çakıllar yerini, füze ve bomba parçalarına bırakmaktadır!..
Kendilerini hakka, iyiliğe, hayra ve doğruluğa çağıran, yegâne Rabb Allahın hükümleriyle hayatlarını düzenlemeye davet eden elçilere karşı kasaba halkının, onları reddedişleri ve onları uğursuz sayıp başlarına gelen musibetlerin sebebi kabul edişleri de, yine şirk ve küfür cephesinin ortak tavrından dolayı idi...
Tarih boyunca şirk cephesinin, Rasullere ve onların izini takip eden varisleri muvahhid müminlere karşı aynı mantıksız ve akılsız tavrı sergilediği gözlenmiştir... Bu günde, İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutî güçler aynı şeyi beyan ediyorlar... Geri kalmışlıklarının, ilerlemeyişlerinin, işlerinin bir türlü rayına girmeyişinin sebebi, aralarında Allaha gereği gibi iman eden ve emroludukları şekilde ibadet eden muvahhid müminlerin varlığına bağlıyorlar... Aralarında, yalnız Allaha iman eden, Onu yegâne Rabb ve ilâh kabul edip yalnızca Ona itaat eden ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)in yolunu takib eden mümin müslümanlar olmasa imiş, onlar dünyanın süper güçleriyle yarışacak bir hâle gelirlermiş...vs...vs.. vs!..
Rabbimiz Allah, küfür ve şirk cephesinin birbirinin aynısının tıpkısı olan, bütün zaman ve mekânda değişmeyen yapısını şöyle beyan buyurur:
Onlara bir iyilik geldiği zaman: Bu, bizim için dediler. Onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da,) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında uğursuz olanlar, kendileridir, amma çoğu bilmezler. (Araf, 7/131)
Dediler ki: Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık. Dedi ki: Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz, denenmekte olan bir kavimsiniz. (Neml, 27/47)
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur. Yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda (kalelerde) olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunursa: Bu Allahdandır derler. Onlara kötülük dokunsa: Bu, sendendir derler. De ki: 'Hepsi Allahdandır. Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar. (Nisa, 4/78)
Kendilerini, üzerinde yaratılmış oldukları fıtrat dinine[505] davet ettikleri için şehrin müşrik egemen tağutları tarafından dışlanan elçiler:
Dediler ki: Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz, ölçüyü kaçıran bir kavimsiniz. (Yasin, 36/19)
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şöyle der:
Bu, Sizin uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, sizin kendinizdedir demektir. Daha sonra bu elçiler, onların, Sizi recmederiz sözlerine:
- Size nasihat edilip hakikat; mucize ve delillerle açıklanınca, yine bize böyle yapar mısınız? Hayır, hayır, siz, sayesinde uğur ve bereket elde edeceğiniz kimseleri uğursuz sayarak, kendilerine ikram etmeniz gereken kimselerin canına kastettiğiniz için, haddi aşan bir güruhsunuz, demişlerdi.
Yahud da bu ifade:
- Sizler, kâfir olduğunuz, mucize ve burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen, haksızlıkta ısrara devam ettiğiniz için haddi aşmışsınız, demektir.
Çünkü kâfir, günahkârdır. Kendilerine deliller tamamen anlatılıp, her şey izah edilip buna rağmen küfürde ısrar edince, müsrif olmuş olurlar. Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için haddi aşan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler. Bir şeyden uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı.
Küfürdeki israflarına gelince, onlara düşen delile tabi olmalarıydı. Bu olmazsa, en azından onun zıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Amma bunlar, iman hakkında apaçık deliller ortaya çıktıktan sonra bile küfre çakılıp kalmışlardı.[505]
İmam İbn Kesir (r.a.) de, şunları kaydeder:
Biz, size öğüt verip Allahın birliğine çağırdığımız ve Ona samimiyetle kulluğu emrettiğimiz için mi bizi bu sözlerle karşılıyor, tehdidle mukabele ediyorsunuz?
Katâde (r.a.), bu ayete şöyle mânâ vermiştir:
- Bizim, size Allah adına öğüt verdiğimiz için mi siz, bizde uğursuzluk olduğunu söylüyorsunuz? Hayır, siz, çok aşırı giden bir kavimsiniz![505]
Bir şirk toplumu olan cahiliyyet ülkesinin müşrik ve kâfir halkı, kendilerini Allaha davet eden elçilerle mücadeleyi inadla sürdürüyorlardı... Onlar, bile bile inkâr ediyor ve inkârlarında kararlı davranıyorlardı... Onlar, şirk ve küfür üzere yaşamaya kesin karar verip de, iman etmeyi kesinlikle kabul etmeyince ve Allah düşmanlığını ısrarlı tavırlarıyla sürdürünce, onların asla iman etmeyeceklerini bilen Rabbimiz Allah, kendilerini cezalandırmıştı...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şüphesiz, inkâr edenleri, uyarsan da, uyarmasan da onlar için farketmez, inanmazlar.
Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlarındır. (Bakara, 2/6-7)
Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerlerinde hak olanlar, onlar inanmazlar.
Onlara her ayet getirilse bile. Acı azabı görünceye kadar. (Yunus, 10/96-97)
Hani, Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim, gerçekten benim, sizin için Allahdan gönderilmiş bir Rasul olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz? İşte onlar, eğrilip sapınca Allah da, onların kalblerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez. (Saff, 61/5)
Onların kendi sözlerini bozmaları, Allahın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: Kalblerimiz örtülüdür demeleri nedeniyle (onları lânetledik). Hayır, Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisa, 4/155)
Biz, onların kalblerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi tersine çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terkederiz. (Enâm, 6/110)
Küfrü imana, şirki Tevhide, batılı hakka, tağutî düzeni İslâma ve yanlışı doğruya tercih edip, bu tercihlerinde bile bile inad ederek kesin tavırlı olan müşrik kâfirlerin kalbleri mühürlenmiştir... Bu, onlara Allahın verdiği ve kendilerinin hak ettikleri bir cezadır...
Onların, hevalarını ilâhlaştırıp[505] kendi hükümlerini, Allahın hükümlerine tercih edince ve birbirlerinin rabliğine inanıp birbirlerine kul olup, bu kulluğu, Allaha kul olmaktan daha iyi görünce, Allah, onları cezalandırmıştır!..
Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. (Yasin, 36/10)
Rasuller ve Rasullerin varisleri olan muvahhid müminler, ancak hidayeti arzulayan ve şuurlu olarak iman etmeyi isteyenleri uyarabilirler... Onların uyarmalarına, ancak Allahdan gelen vahyi kabul edenler ve İslâma inananlar tabi olurlar...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Sen ancak, zikre (Kurâna) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)a (karşı) İçi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin, 36/11)
Allah, hidayeti isteyen kullarına hidayet nasib eder... Hidayet isteyen, kendi lehine davranmış olur... Allah, imanı küfre, Tevhidi şirke, hakkı batıla ve Hak Din İslâmı tağutî düzenlere tercih eden, bu tercihinde samimi ve kararlı olan kullarına hidayeti verip, onların hidayetlerini arttırır...
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
De ki: Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidayete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidayete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzeriniz de bir vekil değilim.
Sana vahy olunana uy ve Allah, hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus, 10/108-109. İsra, 17/15)
Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin katında sevab bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. (Meryem, 19/76)
Kendilerini batılı bırakarak hakka gelmeye, küfrü reddedip iman etmeye, şirki terk edip Tevhidi kabul etmeye davet eden üç elçiyi yalanlayan ve kendilerini tehdit ederek eziyet eden kasaba halkının içinde şuurlu bir şekilde hidayete koşan ve idrak ederek iman eden bir muvahhid mümin ortaya çıkıyor... Hakka ve hayra davet eden elçilerin davetini kabul ediyor ve onların yandaşı olarak kavmini uyarıp iman ederek elçilere uymaya davet ediyor...
Kasaba halkından imanı ve İslâmı bile bile reddedenlere karşı, kâlbini hidayete açmış, isteyerek iman etmiş bir muvahhid müminin ortaya çıkışı, her zaman ve her mekânda şirk üzere direnenlerin olacağı gibi, iman üzere sabredenlerin varlığı da bir gerçektir... İnsanların hidayetlerinden kolay kolay ümit kesmemek gerek... Muvahhid müminlerin vazifesi, insanların hidayetlerine vesile olmaya çalışan birer ihya eri olmaktır!.. Tebliğ ve davet çalışması durmamalıdır!..
Ebu Rafi (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Resulullah (s.a.s): Senin vasıtanla Allahın bir kişiye hidayet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.[505]
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahiliye toplumunun merkezi olan o kasabanın en uzak yerinden, yani kenar semtlerinin birinden hidayet bulup iman etmiş bir muvahhid mümin, koşarak gelip halkı imana davet eden elçilerle tartışan kavmine, elçilere uymayı tavsiye ediyordu...
Gerçeğin tâ kendisi olduğundan hiçbir şübhemiz olmayan bu olayı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere uyun, dedi.
Sizden ücret istemeyenlere uyun. Onlar, hidayet bulmuş kimselerdir. (Yasin, 36/20-21)
Şehrin kenar mahallesinden koşarak gelen bu muvahhid mümin, kimsesiz, fakir ve garip olanların arasından gelen mütevazi bir şahsiyettir... Onun, dünya menfaatı, mal, servet ve şöhret derdi yoktur... O, elindeki imkânları, dünyadaki payını unutmamak kaydıyla ahiret yurdunu aramak için sarf edenlerden birisiydi...[505] O, Kendisine verilen dünya nimetlerinden dolayı haddini aşan ve azgınlık yapan bir mütekebbir değildi... Zaten öteden beri, Allah Teâlânın gönderdiği Rasul ve Nebîlere, cahiliyye şirk toplumların içinde zayıf, yani mustazaf insanlar iman edip tabi olmuşlardır... Rasullerin etrafında ilk iman halkasını oluşturan muvahhid müminler, halkın zayıf tabakası mensubları idiler...
Rasulullah (s.a.s.) ile Hudeybiye barışını imzalayan Mekke şirk devletinin reisi Ebu Süfyan, daha sonra ticaret maksadıyla Şama giden Kureyş kafilesi içinde bulunduğu sırada, Bizans Kayseri Hırakliyusun daveti üzerine kendisiyle görüşmüş ve Hırakliyusun sorularına cevab vermişti... Hırakliyus, kendisine Rasulullah (s.a.s.)ı sormuştu...
Ebu Süfyan anlatıyor:
Hırakliyus, bana:
- Ona tabi olan halkın eşref takımından mı, yoksa zayıfları mıdır? diye sordu.
Ben:
- Halkın zayıf olanlarıdır, dedim.
(................)
Bunun üzerine tercümana dedi ki:
- Ona söyle:
Ona (Rasulullaha) tabi olanlar, halkın eşrafı mı, yoksa zayıfları mı? diye sordum. Ona tabi olanların, insanların zayıfları olduğunu söyledin.
Rasullerin tabileri de (zaten) onlardır.[505]
Cahiliyye şirk toplumlarının egemen müstekbir tağutlarının, kendilerine gönderilmiş olan Allahın Rasullerine itirazları da bu yönden idi... Rasullere, halkın mustazaf tabakasının tabi oluşları ve Rasulün etrafında ilk iman halkasını meydana getirişleri, müstekbir egemenlerin asla kabul etmediği bir şeydir...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Hani onlara kardeşleri Nuh: Sakınmaz mısınız? demişti. Gerçek şu ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir Rasulüm.
Artık Allahdan korkup sakının ve bana itaat edin.
Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim, yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.
Artık Allahdan korkup sakının ve bana itaat edin.
Dediler ki: Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır mıyız? (Şuara, 26/106-111)
Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiğinde: Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim. derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük akıllılardır, amma bilmezler. (Bakara, 2/13)
Sabah akşam -Onun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde bir şey (yükümlülük) yoktur ki, onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.
Böylece: Allah, içimizde bunlara mı lütufta bulundu? demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi? (Enâm, 6/52-53)
Bu ayetlerin esbâb-ı nüzûlü için şu olay beyan ediliyor:
Sad b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:
- Bu ayet, biz şu altı kişi hakkında inmiştir: Ben, İbn Mesud, Suheyb, Ammar, Mikdad, ve Bilâl.
Bunun üzerine Kureyşliler Rasulullah (s.a.s.)'e:
- Biz, şu fakir kimselerle tek bir cemaat hâlinde birarada bulunmaktan elbette hoşlanmayız. O hâlde onları kovup yanından uzaklaştır ki, seninle oturalım, dediler.
Rasulullah (s.a.s.)in kalbine, Allahın dilediği kadar dahil oldu da, Allah Teâlâ, bu ayeti indirdi.[505]
Şehrin uzak yerinden koşarak gelen muvahhid mümin şahsiyet, Rasullere ilk iman eden halkın mustazaflarından birisiydi... Bundan dolayı müstekbir müşrikler, ona itibar etmediler... Çünkü onlar, mânâyı değil maddeyi görüyorlardı... Onların değer ölçüsü iman değil, içi şişkin cüzdan idi... Onlar hikmete değil, servete bakıyorlardı... Onlar, dünyalarını ahirete değişmişlerdi... Bunun için iman ve hikmetle dopdolu olarak şehrin kenar semtlerinin birisinden koşarak gelen o izzet sahibi muvahhid mümin kişiye değer vermediler... Ölçüsü madde olanlar, mânâyı görecek gözü kaybeder, imanı değerlendirecek kalbi idraksız bırakırlar!..
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Rabbimiz Allahın değer verdiği kullarının vasıflarını hadislerinde beyan buyurmakta ve bu değerin onlardaki katıksız-kuvvetli imandan bir de işledikleri salih amellerden ileri geldiğini anlatmaktadır...
Ebu Hüreyre (r.a.)ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
Nice kapılardan kovulmuş peşmürde insan vardır ki, Allaha yemin etse Allah, onu yemininde sadık çıkarır.[505]
Muaz b. Cebel (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), (bana):
Sana, cennetin padişahların(ın sıfatların)dan haber vereyim mi? buyurdu.
Ben:
- Belâ (haber ver), dedim.
(Bunun üzerine) O:
Zayıf olup (toplum nazarında) zayıf görülen, eski iki parça elbiseye bürünen, kendisine hiç değer verilmeyip iltifat gösterilmeyen ve (bir şeyin olması veya olmaması için) Allaha yemin (veya dua) ederse Allah, onun duasını (veya yemini)nin gereğini (keremiyle) yapacak (derecede Allah katında kıymetli mümin) olan her adamdır. buyurdu.[505]
İşte böyle bir şahsiyetti o muvahhid mümin kişi... Onun koşup gelmesinde iman var, ihlâs var, doğruluk ve sadelik var!.. Bu izzet sahibi muvahhid şahsiyet, elçilerin yaptığı hakka davetin, hakîkatin tâ kendisi olduğunu delilleriyle yakîn bir anlayışla kavramış ve iman ederek onların safına katılmıştı... Kalbi, imanın gerçeğini kabul edince vicdanı, hareket hâline gelmiş ve bütün varlığıyla iman safına katılıp Tevhid hareketinin bir eri olmuştu... Katıksız imanı, Allahdan başka hiç kimseden korkmama tavrı onu, imanını açıklamaya ve insanları bu hakikata davete koşturmuştu...
Şehrin en uzak yerinden kalkıp gelir, şirk ve küfürde direnen kavmini imana davet eder, onları en büyük zulüm olan şirkten[505] ve insanların birbirine zulmetmesinden alıkoymaya çalışır, müşriklerin, üç elçiye karşı düşmanca tavırlarının doğru olmadığını onlara anlatır ve böyle davranmaya devam ederlerse, başlarına gelecek korkunç belâdan dolayı kendilerini uyarır...
Kavmine, kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere uymalarını tavsiye eder... Bu şahsiyetler doğru yoldadırlar... Allahın rızasından başka hiçbir şeyi istemiyorlar... İnsanlardan herhangi bir karşılık beklemiyor ve ücret istemiyorlar... Onlar, hidayeti bulmuş yüce şahsiyetlerdir...
Bu muvahhid mümin, şirk üzere olan kavmine, niçin iman ettiğinin hakikatını beyan etmektedir:
Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz, Ona döndürüleceksiniz. (Yasin, 36/22)
Bu muvahhid şahsiyet, Rabbi Allahın onu, nasıl ve niçin yarattığının farkında, kendini bilmiş, dolayısıyla Rabbini tanımış birisidir...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allahdan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa, 4/1)
Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım. (Zariyat, 51/56)
Ve devam ediyor imanı tebliğ etmeye muvahhid şahsiyet:
Ben, Ondan başka ilâh edinir miyim ki, Rahmân (olan Allah) bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaatı bana bir şeyler sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler. (Yasin, 36/23)
Allahdan başka ilâh olmadığını, göklerde de ilâh, yerde de ilâh yalnızca Allah olduğunu kavmine beyan eden muvahhid mümin, ibadette Allaha asla şirk koşulmamasını da hatırlatıyor...
Rabbimiz Allah, ayetlerinde, bu hakikatı şöyle beyan buyurur:
Şu hâlde bil, gerçekten Allahdan başka ilâh yoktur. (Muhammed, 47/19)
Göklerde ilâh ve yerde ilâh Odur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. (Zuhruf, 43/84)
Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın. (Kehf, 18/110)
Allah, sana zarar dokunduracak olursa, Ondan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, Onun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bunu isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus, 10/107)
Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bırakacak olursa, O'ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allaha tevekkül etsinler. (Âl-i İmrân, 3/160)
Bütün bu hakikatları kavramış olan muvahhid mümin şahsiyet, herhangi bir ikrah-ı mülci olmadan, bildiğinin ve inandığının aksine şeyleri söyleyip yaparsa, elbette bu korkunç bir hata olup apaçık bir haktan sapma gündeme gelir... İman etmiş ve imanın kalbini ihata ettiği mümin müslüman bir kişi, imanının aleyhine herhangi bir şeyi yapmaktansa, ateşe atılmayı, uçurumdan düşmeyi ve zindanlarda çürümeyi tercih eder...
O muvahhid mümin şahsiyet, bu şuurla şunları beyan ediyor:
O durumda ise, gerçekten ben, apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.
Şübhesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim, işte beni işitin. (Yasin, 36/24-25)
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahiliyye toplumunun zalim müstekbir tağutlarına karşı imanını haykıran, doğruları, hiçbir noksanlık bırakmadan apaçık anlatan o muvahhid şahsiyete karşı bütün müşrikler elbirliği edip üzerine hücum ederler... O muvahhid mümini, çok korkunç ve vahşî bir saldırı ile şehid ederler...
Tarih boyu egemen zalim tağutların, hakikatları beyan eden muvahhid müminlere karşı yapmış olduğu şey, onları zindanlara atıp sesleri kesmek, ya da öldürüp şehit etmek...
Abdullah İbn Mesud (r.a.), o, muvahhid mümini vahşî saldırılar ile şehid eden katil, zalim tağutların yaptıklarını şöyle anlatıyor:
- Bağırsakları dübüründen çıkıncaya kadar onu, ayaklarıyla çiğnediler. Daha sonra onu, kuyuya attılar. İşte er-Ress diye bilinen kuyu budur. Ashab-ı Ress de, onlardır.[505]
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
Allah yolunda ölenleri sakın ölüler saymayın. Hayır, onlar, Rabbleri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.
Allahın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir.
Onlar, Allahdan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allahın müminlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler. (Âl-i İmrân, 3/169-171)
O muvahhid mümin, insanlık katili zalim müstekbirler tarafından şehid olunduktan sonra cennete girmiş ve yegâne Rabbi Allahın kendisine ikramını görmüştür... Allah, ondan razı olsun...
Ona: Cennete gir denildi. O da: Keşke benim kavmim de, bir bilseydi dedi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını. (Yasin, 36/26-27)
İbn Abbas (r.anhuma) der ki:
- Hayatında kavmine:
Ey kavmim, gönderilmiş bulunan elçilere uyun! diye öğüt vermişti.
Öldükten sonra da:
Keşke kavmim bilir olsaydı, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını. diyerek nasihat etmiştir.[505]
Rabbimiz Allah şöyle buyurdular:
İman edip salih amellerde bulunanlar, onlar için bağışlanma (mağfiret) ve üstün bir rızık vardır. (Hacc, 22/50)
Rabbimiz Allah, o muvahhid kulunun şehid edilmesinden sonra, kâfir müşriklerin, zalim tağutların bulunduğu ve küfürlerinde kesin kararlı oldukları o kasabayı, ya da şehri tamamıyla helâk etmiştir...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
(Ancak onlara) yalnızca bir tek çığlık (sayha) (yetti). Anında sönüverdiler. (Yasin, 36/28-29)[505]
İŞKENCE
- ONLAR GİBİ
- Öncekilerin Başına Gelenler
- Ashabu'l-Uhdud
- Ashabu'l-Karye
- Hep Aynı Zulüm
- Rasulullah (s.a.s.)'ın Kanını Döken Bir Kavim
- En Hayırlı Neslin Çilesi
- Sünnete Sarılmak, Hidayettir
i1 harfi
- İBÂHİYYE
- İBDÂ
- İBN KESİR
- Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm:
- İBN MACE
- Sünen-i İbn Mâce:
- İBN TEYMİYYE
- İBNU'S-SEBİL
- İBRA
- İBRAHİM SÛRESİ
- İBRÂNÎ
- İBTİLÂ'
- İCÂBET
- İCAP VE KABUL
- a) Sözle icap ve kabul:
- Sıygaların İcap ve Kabulde Etkisi:
- b) Mektup, elçi, telefon vb. ile icap ve kabul:
- c) Teâtî yolu ile icap ve kabul:
- İCARETEYN
- İCÂZET
- İCBÂR
- İCMA'
- İcmaın Mertebeleri:
- l) Sarih İcma:
- 2) Sükûtî İcma:
- 3) Müctehidlerin Belli Bir Ortak Noktada İttifak Etmeleri:
- İCMA-İ ÜMMET
- İCMÂLÎ ÎMAN
- İCRÂ
- Mahkeme Kararlarının İcrâ ve İnfazı:
- İCTİHAD
- Terim Olarak İctihad:
- İctihad
- İctihad
- İctihad
- İÇ EZAN
- İDDİHÂR
- İDEOLOJİ
- İDRAR
- İFFET
- İFK OLAYI
- İFLÂS
- İFTAR
- İFTİRA
- İ
- İftira
- İFTİTAH TEKBİRİ
- İĞVÂ
- İHANET
- İHDÂD
- İHLÂL
- İHLÂS
- İHLÂS SÛRESİ
- İHRAM
- İhrama Giren Kimsenin Dikkat Edeceği Hususlar:
- Mikatlar (İhrama Girme Yerleri):
- İHRAZ
- İHSAN
- İHTİLÂFÜ'D DÂR
- İHTİLÂM
- İHTİLÂT
- İHTİYARLIK
- İHTİYAT
- İHVANU'S-SAFÂ
- İHYÂ
- İNSANI İHYA
- Ve'l-Asr
- İDDET
- İHSÂR
- İHTİDÂ
- İHTİKÂR
- İKÂB
- İKÂLE
- İKİNDİ NAMAZI
- İKRAR
- Hastanın İkrarı:
- İKTA'
- İkta'nın Kısımları:
- 1- Temlik Suretiyle İkta':
- 2- İstiğlâlen ikta':
- İKTİDÂ
- İKTİDAR
- İKTİDARSIZLIK
- İKTİSAD
- İLÂ'
- İlâ'nın Şartları:
- İLÂHİ KANUN
- İLAHİ KİTAPLAR
- İLÂH
- İ'LÂY-I KELİMETULLAH
- İLHAM
- İLLET
- İLLİYYÛN
- İLME'L-YAKÎN
- İLTİMAS
- İLTİZAM
- İLYAS (a.s.)
- İMA
- İMALE
- İREM
- İMÂMEYN
- İMANIN ŞUBELERİ:
- Birinci Kısım: Tasdikle İlgili İtikadiyat'tır
- İkinci Kısım: Dille Alakalı Ameller
- Üçüncü Kısım: Bedenî Ameller
- 1. Çeşit: Muayyen Şeylere Ait Olanlar
- 2. Çeşit: Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler
- 3. Çeşit: Âmmeye Müteallik Şeyler
- İMARET
- İMSAK
- İMTİYAZ HAKKI
- İNCİL
- İncil Çeşitleri:
- 1) Matta İncili:
- 2) Markos İncili:
- 3) Luka İncili:
- 4) Yuhanna İncili:
- İNFÂK
- İ
- İnfak
- İnfak
- İnfak; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur'an'da İnfak
- Hadislerde İnfak
- Allah'ın Verdiği Her Nimetin İnfakı Vardır
- Malla Yapılan İnfak
- İlimden Yapılan İnfak
- Mutluluktan Yapılan İnfak
- Sağlıktan yapılan İnfak
- Gençlikten Yapılan İnfak
- Güzel Sözle Yapılan İnfak
- Güler Yüzle Yapılan İnfak
- İnfakın Fayda ve Hikmetleri
- İNFİTÂR SÛRESİ
- İNKÂR
- İNNİN VE BAŞKALARI
- İNSAN
- Yaratılış Gayesi:
- Sosyal Açıdan İnsan:
- Nâs ve İnsan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
- İnsanın İki Yönü
- İnsanın Bazı Temel Özellikleri
- Kur'an-ı Kerim'de İnsan
- a) İnsanın Olumlu Özellikleri
- b) İnsanın Olumsuz Özellikleri
- İnsan İle Diğer Canlılar Arasındaki Farklar
- 1) Zekâ:
- 2) Anlatma (İfade) Yeteneği:
- 3) Ellerinin Yapısı Ve Vücudunun Dik Durması:
- 4) Öğrenme Ve Yeni Denemelerde Bulunma Yeteneği:
- İnsanın Menşei (Oluşumu) Meselesi
- Kur'an'da İnsanın Yaratılması ve Halifeliği
- İnsanın Yaratılışı
- Ne Zamandan Beri Müslümanım? (Dünyaya Ne Olarak Geldim?)
- Kaalu Bela Ne Demektir?
- İnsanın Yaratılış Gayesi
- İnsanın Konumu ve Görevi
- İnsan Ölünce Ne Olacak?
- Akîde Yönünden İnsanlar
- İnsanın Değer ve Üstünlüğü
- İnsanın Değeri:
- Haklar, Görevleri; Nimetler de Sorumlulukları Doğurur
- İNSAN SÛRESİ
- İNŞA
- İNŞALLAH
- İNŞİKÂK SÛRESİ
- İNŞİRAH SÛRESİ
- İNTİHAR
- İNZAL
- İNZÂR
- İnzâr; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur'an'da İnzâr Kavramı
- Mü'minlerin Uyarılması
- Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler
- Çağdaş Davetçi/
- Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır
- Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler
- Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur
- İNZİVA
- İPEKLİ GİYİNMEK
- İPOTEK
- 1. Ortak Malların Rehnedilmesi:
- 2. Başka Bir Şeye Bitişik Ve Onunla Meşgul Bulunan Malın Rehnedilmesi:
- İRHASAT
- İRŞÂD
- İ
- İrşad
- İRTİDÂD
- İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
- Geniş Anlamda İrtidâd ya da Riddet Nedir
- İrtidâd, Neden Küfrün
- Kur'ân-ı Kerim Mürtedler
- İrtidâd, Aynı Zamanda Bir İslam Hukuku Konusudur.
- Mürtedin Kişiliği:
- Mürted
- İrtidat Sebepleri:
- Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
- Mürtedin Öldürülmesinin Hikmeti:
- İrtidatın Başlaması:
- 1) Dinden Tamamen Dönenler:
- 2) Namazla Zekâtı Birbirinden Ayıranlar:
- Ridde Savaşları
- Halid bin Velid'in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi:
- Benû Âmir, Havâzin ve Suleymlilerin İrtidâdı:
- Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
- Bir Tefsirden İktibas
- Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı
- Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
- İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri
- Gizli İrtidâd
- Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik
- Güncel Câhilî Eğitimde Şirk:
- İttibâ Şirki:
- Mürtedliğe Giden Yollar
- Mürtedliğe Yol Açan Sebepler:
- Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar:
- Elfâz-ı Küfür:
- Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)
- 1) Allah'la İlgili:
- 2) Dinle İlgili:
- 3) Cennet, Melek ve Kaderle İlgili:
- Ef'âl-i Küfür:
- 1) Puta Tapmak:
- 2) Mushafı Pisliğe Atmak Gibi Saygısızca Davranmak:
- 3) Gayr-i Müslimlerin Tapınaklarına İbâdet Kasdıyla Gitmek:
- 4) İbâdet Kasdıyla Herhangi Bir Şahsa Secde Etmek:
- 5) Ölülerden Duâ Ederek Bir Şey İstemek, Kabirleri Tapınak Yapmak:
- 6) Haç Takınmak:
- 7) Ğıyar ve Zünnâr:
- 8) Mecûsî ve Yahûdi Şapkası:
- 9) Sihir:
- Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
- Seyyidü'l-İstiğfar Duası:
- Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
- İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
- Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- İRTİDAT (MÜRTED)
- İSA (a.s.)
- Hz. İsa; Hayatı, Tebliği ve Tevhid Mücadelesi:
- Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İsa:
- Hadislerde Hz. İsa:
- Hıristiyanlara Göre Hz. İsa:
- Hz. İsa'nın Çarmıha Gerilmesiyle İlgili İncillerdeki Kuşkular:
- İncillere Göre Hz. İsa'nın Beşerî Yönleri:
- Hz. İsa'nın Babasız Doğma Mûcizesi:
- Hz. İsa'nın Ref'i ve Nüzûlü Meselesi:
- Hz. İsa'nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis
- Mehdî:
- Deccâl:
- Deccâlın Özellikleri:
- İSBAT-I VACİB
- İSLAM'DA MEZHEP
- Müellifin Önsözü
- İslâm Ve İman'ın Hakikati:
- Dört Mezhebten Belli Bir Mezhebi Taklid Etmek Ne Vaciptir, Ne De Mendup
- İslâm'ın Esası Allah'ın Kitabı Ve Rasûlullah'ın Sünnetiyle Amel Etmektir
- Müteahhirun Herşeyi Değiştirip, Tek Bir Kişiyi Taklid Etmeyi Gerekli Kılmakla Tefrikaya Düştüler
- İnsan Öldüğünde Kabirde Mezhep Veya Tarikattan Sorguya Çekilir Mi?
- Belirli Bir Mezhebe Bağlanmanın Gerekli Olduğu Sözünün Aslı Siyasetle İlgilidir
- Mezhebin Bid'at Oluşu Konusunda Dehlevi'nin Araştırması
- Rasûlullah'tan Başka Birisine Taassup Gösteren Sapık Ve Cahildir
- Kemal B. Hümâm'ın Belirli Bir Mezhebe Bağlanmanın Gereksiz Olduğunu Belirtmesi
- Uyulması Gereken İmam Rasûlullahtır
- İhtilaf Ve Tefrikalar Mezheplere Tabi Olma Yüzündendir
- İmam Ebu Hanife'nin Mezhebi Kur'an Ve Sünnetle Amel Etmektir
- Müçtehid İçtihadında Hata Da Yapabilir, Doğruyu Da Bulabilir Teşride. Hata Yapmayan Sadece Peygamberdir
- Hak Kesinlikle Rasûlullah'ın Dışında Hiçbir Kimsenin Görüşüyle Sınırlandırılamaz
- Önemli Bir İkaz
- Bu Ümmetin Hali Ancak Evvelkilerin Islah Olunduğuyla Islah Olunur
- Ulemanın Dinin Hükümlerini Değiştirdiğine Dair Fahreddin Er-Razî'nin Görüşü
- İmam-ı Â'zam (En Büyük İmam) Rasûlullahtır
- Allah Bize Sırat-ı Müstakim'e Girmemizi Emrediyor
- Gazaba Uğrayanlar, Hakkı Sadece Kendi Mezhebinden Kabul Ederler
- Rasûlullah Belli Bir Mezhebin İnsanlar İçin Gerekli Olduğunu Söylememiştir
- Fasıl
- Kaynaklar
- İSM
- İSMAİLİYYE
- Mezhebin Kaideleri:
- İSMET
- İSM-İ A'ZÂM
- İSNÂ AŞERİYYE
- İSNÂD
- Âli ve Nâzil İsnâd:
- İSRÂ
- İSRÂ SURESİ
- İSRAF
- İsrafın Anlam Sahası:
- Kur'an'da İsrafın Manaları:
- İSRÂFİL (a.s)
- İSRÂİLİYÂT
- İSRAİLOĞULLARI
- Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
- Bazı Hadis-i Şerifler:
- İsrâiloğullarının Tarihi
- Firavun ve İsrâiloğulları
- Firavun'dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
- Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
- İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
- Onlar ve Biz
- Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
- İmanda Pazarlık
- Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
- İSTİANE
- İSTİARE
- İSTİÂZE
- İstiâze; Anlam ve Mâhiyeti:
- Kur'an'da İstiâze:
- Sünnette İstiaze:
- İstiazenin Hükmü:
- Şeytandan Kurtuluş Yolu:
- Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan
- Şeytanın İbâdetlere Tasallutu ve Şeytanı Kaçıran Şey:
- Günümüzde İstiaze Anlayışı:
- Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?
- İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar:
- İSTİBRÂ'
- İSTİDRAC
- İSTİĞÂSE
- İSTİĞFAR
- İstiğfar'ın Mahiyeti?
- İbadet Olarak İstiğfar:
- İSTİHÂRE
- İSTİHAZA
- İSTİHKAK
- İSTİHLÂF
- İSTİHSAN
- İstihsanın Çeşitleri:
- 1. Nass Sebebiyle İstihsan:
- 2. İcmâ Sebebiyle İstihsan:
- 3. Zarûret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsan:
- 4. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsan:
- 5. Örf Sebebiyle İstihsan:
- 6. Maslahat Sebebiyle İstihsan:
- İSTİKAMET
- (DOĞRULUK-DOĞRU YOL)
- İSTİKBÂR
- İstikbâr ve Türevleri:
- İstikbar Duygusu:
- İstikbâr; Tanım ve Mâhiyeti
- Istikbar Duygusu
- MÜSTEKBİR
- Müstekbirlerin Özellikleri:
- İstikbar Mantığı:
- Müstekbir Tipler
- Müstaz'af
- Müstekbir ve Müstez'af Ilişkisi
- Müstaz'af İnsan Grupları
- Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
- Uhrevî Azap ve Cehennnem:
- İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)
- İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve
- İSTİLÂ
- İSTİLAM
- İSTİMLÂK
- İSTİMNÂ
- İSTİMVÂL
- İSTİNBÂT
- İSTİNCA
- Abdest Bozmanın Âdâbı:
- İSTİNŞÂK
- İSTİRCÂ'
- İSTİSNA BÂBI
- İSTİŞARE
- İstişârenin Fazileti:
- İSTİŞARENİN EHEMMİYETİ
- İstişare Emri:
- Telakki:
- Teşvik:
- Hz. Peygamber İstişareye Muhtaç Mı?
- En Büyük Dahi De İstişareye Muhtaçtır:
- Ashab Ve İstişare:
- Hz. Peygamber'in Müşavirleri:
- İstişare Mevzuları:
- İstişare Dışı Mevzular:
- İstişarenin Mekanizması
- 1- Müşavirin Durumu:
- a. Liyakat:
- b. Mûtemed Olmak:
- c. Müslüman Ve Dindar Olmak:
- d. İlgili Olmak:
- 2. İstişarenin Şekli:
- a. Doğrudan Re'ye Müracat:
- b. Liyakatlinin Müdahalesi:
- c. Yersiz Teklif:
- 3- Kararın Alınması:
- a- Ekseriyetin Re'yi:
- b- Görüşlerden birinin ihtiyarı:
- c- Kararı Tehir Etmek:
- d- İcbarî Karar:
- 4- Şahsî Kanaatında Direnmemek:
- 5- Müşavirleri Gücendirmemek:
- 6- Tatbikat Sırasında Azim:
- Batı Demokrasisi:
- 1) Demokrasinin Tenkidi:
- Teknokrasi
- Demokrasinin Sonu Anarşidir:
- 2) İslam'da Kanun Koyma Mekanizması:
- 3) Hürriyet Telakkisi:
- Peygamberler De Hür De
- Hürriyet Sahası:
- Tahdidden Gaye:
- İslam'da Kadınlarla İstişare
- I- Kur'an'a Göre:
- II. Sünnete Göre:
- Bu Meselede Temel Prensip:
- İSTİŞHÂD
- İSTİVÂ
- İSYAN
- İsyan Nedir?
- İsyanın İki Anlamı:
- İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
- İsyanın İki Yönü
- Ma'siyet Ne Demektir?
- İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
- Tâat Ne Demektir?
- Kur'ân-ı Kerim'de İtaat ve İsyan Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
- İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
- a- Allah'a İtaat:
- b- Rasûl'e İtaat:
- c- Ülü'l-Emr'e İtaat:
- İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
- a- Kâfirlere:
- b- Ehl-i Kitaba:
- c- Münâfıklara:
- d- Kendisini Allah Yolundan Uzaklaştıran ve Saptıran Liderlere ve Büyüklere:
- e- Şeytana ve Şeytanın Dostlarına:
- f- Günahkârlara ve Nankörlere:
- g- Yalancılara:
- h- Ahlâksızlara:
- i- Gâfillere, Zikirden (Allah'ı anmaktan ve Kur'an'dan) Gaflette Olanlara:
- j- Namaza Engel Olanlara:
- k- Aşırılara, İsrafçı ve Fesatçılara:
- l- Şirke Zorlayan Ana-Babaya:
- m- Halka, İnsanların Çoğuna (Demokrasi Anlayışına) ve Zanna:
- n- İnsanların ve Bilmeyenlerin Hevâlarına/Kötü Arzu ve İsteklerine:
- o- Allah'a ve Rasûlüne İsyanı (Haram Olan Bir Şeyi) Emreden Kim Olursa Olsun, Ona
- Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları
- İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
- Allah'a İtaat ve İsyanın Boyutları
- Bütün Evren Allah'a İtaat Etmektedir
- Nerdesin Ey Güzel İsyan?
- İŞÇİ, İŞÇİLİK
- İŞHAD (ŞAHİT TUTMA)
- İŞKENCE
- İŞRAK NAMAZI
- İŞVEREN
- İTAAT
- İTAB ÂYETLERİ
- İTİKÂD
- İTİKÂF
- İ'TİKÂF
- İTLÂF
- İtlafta Tazminin Gerekmesi İçin Gereken Şartlar:
- İTTİHAD
- İVAZ
- İYİLİK
- İZÂLE-İ ŞÜYÛ
- Kazaen (Mahkeme kararıyla) Taksimin Şartları:
- İZÂR
- İZZET
- İzzetin Manası:
- Kişiye İzzet Kazandıran Davranışlar:
- Gerçek İzzet:
- İZZET-İ NEFS