Asra andolsun. (Asr, 103/1) diye yemin ediyor Âlemlerin Rabbi Allah!.. Yaratmış olduğu Asra, yani bütün zamana yemin eden Rabbimiz Allah Teâlâ, zaman içinde işlenen olaylara dikkat çekmektedir
Ayette geçen, Asr kelimesi, Abdullah b. Abbas (r. anhuma) tarafından:
- Gündüzün bir bölümü,
Hasan el-Basrî (rh.a.) tarafından:
- Günün son yarısı, şeklinde izah edilmişse de Taberî (rh.a.)in de tercih ettiği görüşe göre bu kelimeden maksad:
- Mutlak zaman, demektir.
Allah Teâlâ burada, zamana yemin etmektedir. Bu ifadenin içine gündüz de, gece de girmektedir.
[275]Üzerine yemin ederek yarattığı zamana dikkat çeken Rabbimiz Allah, zaman içinde imtihan olunan ve yalnızca kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insanın,
[276] imtihanda başarısız olup ziyanda olduğunu beyan buyurur:
Gerçekten insan, ziyandadır. (Asr, 103/2)
İslâm Milletinin mutlak müctehid ulemâsından İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle diyor:
- Cenab-ı Hakk, pazar zamanının sona ermesinin, ticaretin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek için işte bu vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen, çoluk-çocuğun da etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden isterse (ve de bunları veremezsen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş olursun.
İşte aynen bunun gibi, biz de diyoruz ki, Vel-Asr yani dünyanın ömrünün ikindi zamanına yemin olsun ki, kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen, henüz hazırlıklı değilsin. Ve sen, yarın, bir gün, dünyada iken, içinde bulunduğun nimetlerden, halka karşı yaptığın muamelelerden sorgulanıp hesaba çekileceğini biliyorsun. Ve zulme uğramış herkesin, senden alacağının takibçisi olacağını da kesin olarak biliyorsun. O hâlde bu demektir ki sen hâsirsin.
[277]İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) de, Tefsir-i Kebir MefatihulGayb adlı meşhur tefsirinde şunları beyan eder:
Husr, ana sermayeyi zayi etmek, elden çıkarmak demektir. Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür. Binaenaleyh kişinin, ömrü zayi etmekten uzak durabilmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu, böyledir! Zirâ her an ve her dakika, daima insanın üzerinden geçmektedir. Şimdi bu anlar ve dakikalar, insan tarafından günah için harcanmışsa, bu kimselerin bir hüsran içinde olduğunda şübhe yoktur. Eğer bu anlar ve dakikalar, mübah olan işlere harcanmışsa, yine hüsran söz konusudur. Çünkü o mübah olan şeyler bittiğinde, ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır. Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde, eseri devamlı olacak birtakım işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar, taatla geçmiş ise, hem yaptığı o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir biçimde yapılması da mümkün idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebesi sınırsızdır. Zirâ Cenab-ı Hakkın, celâl ve kahrının mertebeleri de sınırsızdır. Binaenaleyh insanın bu konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri olursa, o kimsenin, Allaha saygısı da o nisbette ileri olur. Dolayısıyla, bu kimsenin, o taatleri yaparken Allaha olan tazimi de, o nisbette tam ve en mükemmel olur. Şimdi en üstünü bırakıp da, en düşük ibadet ile yetinmek de, bir çeşit hüsrandır. Böylece insanın, bir tür hüsrandan asla uzak kalamayacağı sabit olmuş olur.
Bil ki bu ayet, insanda temel olanın, onun bir hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek gibidir. Bunun izahı şöyle yapılabilir:
İnsanın mutluluğu, ahireti sevmesinde, dünyaya iltifat etmeyişindedir. Çünkü ahirete götüren sebebler gizli, dünyayı sevmeye götüren sebebler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş duyu organları, şehvet ve gazabtır. İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya sevgisiyle meşgul olmuş, dünyayı elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de, hep bir hüsran ve bir helâk içinde olmuşlardır.
[278]İki imamın açıklamalarından anlaşıldığı gibi, insanlar bir hüsran içindedirler
Özellikle bu çağda bu hüsran, yani zarar ve ziyan meselesi, ulaşabildiği en uç noktaya ulaşmış görünmektedir
İnsanlık âlemi, insan olmak konusunda iflâs etmiş ve korkunç bir bunalımın içine saplanmıştır
Kendi korkunç intihar sonunu hazırlamış, darağacındaki urganın ilmiğini boynuna geçirmiştir
Yaratılış gayesi olan yalnızca Allaha kul olup ibadet etmek gerçeğine sırt çevirmiş, her gün ölenleri gözleriyle görüp kendi elleriyle mezara gömdüğü hâlde hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmıştır
Elde etmiş olduğu dünyalığı hiçbir insan cinsiyle paylaşmak istemediği gibi, diğerlerinin ellerinde bulunana nasıl sahip olabileceğinin şeytanî planlarını yapmakta ve diğerlerine hain tuzaklar kurmaktadır
Dünyanın ve insanlık âleminin tek ağası, tek patronu, eşsiz ve benzersiz biricik sahibi olmak isteyen yeryüzünün süper zalim tağutlarının yaptığı zulüm ve sömürü yüzünden, bütün insanlık âlemi zarar içine atılıverilmiştir
Müslümanı da, gayr-ı müslimi de ziyan içindedir
Özellikle cahiliyye kültürünün ve zalim tağutların egemen olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarındaki hayat, bir zillet, bir hüsran hayatıdır!.. Sanki fetih öncesi Mekkenin durumu gibi
Şirkin, küfrün ve cahiliyyenin egemen olduğu, putçuların hevalarının ilâhlaştığı ve öylece yönetilen Mekke!.. Yönetimi, ekonomisi, ticareti, hukuku ve sosyal hayatı, şirk ideolojisinin ilkeleriyle gerçekleştirilen Mekkede, başta Rasulullah (s.a.s.) olması üzere iman etmiş muvahhid müminler, müşrik ve zalim egemen tağutlar tarafından en korkunç işkencelere tabi tutuluyorlardı!..
Hüsrana uğrayan bu müstekbir zalimler, onlar gibi olmak istemeyenlere zulüm ediyor, hayatı kendilerine zindan hâline getiriyorlardı
Şirk ve cahiliyye toplumlarının içinde mümin ve müslüman olup bütün pisliklerden temizlenmek isteyenlere tahammül etmiyor ve razı olmuyorlardı
Ya kendilerine döndürecek, ya öldürecek, ya da terk-i diyâr edeceklerdi
Çünkü şirkle, küfürle, cahiliyye adetleriyle ve her türlü isyan ile kirletmiş oldukları toplumlarında, muvahhid, mümin, müslüman, muttaki, ilim sahibi ve temizgüzel ahlâklı şahsiyetler istemiyorlardı
Lut (a.s.)ın kâfir ve müşrik kavmi gibi
Hani Lut da, kavmine şöyle demişti: Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızçirkinliği mi yapıyorsunuz?
Gerçekten siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.
Kavminin cevabı: Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar, çokça temizlenen (fuhuştan arınaneşcinsellikten kaçınan) insanlarmış! demekten başka olmadı. (Arâf, 7/80-82)
Lut da, hani kavmine demişti ki: 'Siz, açıkca gördüğünüz hâlde, yine de o çirkin utanmazlığı yapacak mısınız?
Siz, gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz.'
Kavminin cevabı: 'Lut ailesini şehrimizden sürüp çıkarın, temiz kalmak isteyen insanlarmış.' demekten başka olmadı." (Neml, 27/54-56)
Tek başına bir ümmet olan
[279] ve İslâm Milleti'nin atası
[280] İbrahim (a.s.)'ın müşrik, kâfir ve azgın kavmi gibi...
(İbrahim, Kavmine) dedi ki: 'O hâlde Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh size ve Allah'dan başka taptıklarınıza. Siz, yine de akıllanmayacak mısınız?'
Dediler ki: Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilâhlarınıza yardımda bulunun. (Enbiya, 21/66-68)
Bunun üzerine kavminin (İbrahime) cevabı yalnızca: Onu öldürün, ya da yakın demek oldu. Böylece Allah onu, ateşten kurtardı. Şübhesiz bunda, iman eden bir kavim için ayetler vardır. (Ankebut, 29/24)
Kendilerinden birisi olanı başlarına kral yaptıktan sonra onun şirk ve küfür olan yasalarına itaat etmekle ona tapınıp ilâh ve rab kabul eden müşrik Mısır halkı ile başlarındaki Firavn gibi, yani Musa (a.s.)ın kâfir kavmi gibi...
Firavn dedi ki: Âlemlerin Rabbi nedir?
(Musa) dedi ki: Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer kesin bilgiyle inanıyorsanız (böyledir).
Çevresindekilere dedi ki: İşitiyor musunuz?
(Musa) dedi ki: O, sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.
(Firavn) dedi ki: Şübhesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.
(Musa): Eğer aklınızı kullanıyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir. dedi.
(Firavn) dedi ki: Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım. (Şuara, 26/23-29)
Firavn dedi ki: Bırakın beni, Musaya öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.
Musa dedi ki: Gerçekten ben, hesab gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım. (Mümin, 40/26-27)
İşte hüsrana uğramış kavimlerin, kendilerini hüsrandan kurtulmaya davet eden ve onların kurtuluşu için çalışan Allahın Rasul ve Nebîlerine karşı tavırları böyle idi... Bugün işgal edilmiş İslâm topraklarında esaret altında yaşayan muvahhid müminler, Rasullerin izi üzere yürümeye ve onlar gibi davranmaya çalışırken, işgalci zalimler tarafından aynı tepki ile karşılaşıyorlar... Yine tehdid, yine zulüm, yine zindan, yine işkence, yine sürgün ve yine ölüm!.. Ya ferd ferd, ya da topluca öldürülmeler, yani şehadet!..
Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yok!.. Ve küfür, tek millettir!..
Küfür, şirk ve zulüm cephesinde olanlar, tarih boyu ziyan içinde olmuşlardır, çağımızda bu hüsranları devam etmektedir... Zararları, yalnızca kendilerine değil, hadlerini aştıklarından dolayı bütün insanlık âlemine zarar vermektedirler... Madde planında süper bir güce sahib oldukları ve dünya patronluğunda egemen bulundukları için, esaretlerinde bulunan sömürdükleri ülkeleri ve halkları da beraberlerinde hüsran içinde sürüklemektedirler!.. Kendilerini yaktıkları gibi, başkalarını da yakmaktadırlar... Bundan dolayı yangının alanı çok geniş, alevi çok yüksek ve ateşi çok yakıcıdır...
Yegâne Rabbimiz Allah, hüsran içinde olanların içine düştükleri bu korkunç durumun sebeblerini şöyle beyan buyurur:
Kim Allahı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa, 4/119)
Allaha kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize. derler. Dikkat edin! O işleyip yüklendikleri ne kötüdür. (Enâm, 6/31)
Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Arâf, 7/147)
De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?
Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.
İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve Ona kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp ettikleri boşa çıkmıştır. Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.
İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve Rasullerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf, 18/103-106)
İnsanlardan kimi, Allaha bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa, yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıbtır. (Hacc, 22/11)
İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şunları beyan eder:
Yüce Allahın: Kim Allahı bırakır da, şeytanı veli edinirse, yani, kim Allahın emrini bırakıp şeytana itaat ederse, şübhesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir. Yani, şeytana, Allahın hakkı olan bir şeyi vermek ve şeytan dolayısıyla Allaha itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur.
[281]Şeytan, hem cinlerden olur, hem de insanlardan...
[282] Allaha ait olan herhangi bir hakkı, cinlerden veya insanlardan şeytanlaşmış olanlara vermek ve bundan dolayı Allaha itaat etmeyi terk edip o şeytanlaşmış tağuta itaat etmek, apaçık bir hüsrandır... Günümüz dünyasına bakıldığı zaman, bu hüsran hâli apaçık görülecektir... Yeryüzüne ve insanlık âlemine egemen olan güçlere dikkat edildiğinde Allahın insan kulları, Allahın hükümlerini bir yana bırakmış ve kulları üzerinde yegâne hüküm koyucu Allahın bu hakkını,
[283] insanlara vermişlerdir... Böylece Allaha itaatı terk edip, onlara itaat etmiş, gerek ferdî hayatı, gerekse sosyal hayatı onların hevalarına göre koydukları hükümlere tabi olarak düzenlemişlerdir... Firavnın ve Nemrudun egemen olduğu toplumlarda işlenen zulüm ve sömürü, bundan başkası değildi... O toplumlar, cahilî olan bütün anlayışları yükseltmiş ve hayata hakim kılmışlardı... Allahın Rasulleri olan İbrahim (a.s.) ve Musa (a.s.)ın, yegâne Rabbleri olan Allahdan getirdikleri hükümleri reddetmiş, hüküm koyma hakkını Firavn ve Nemruda vermiş ve onların ilâhlaştırdıkları hevalarından ortaya koymuş oldukları hükümlere tabi olmuşlardı...
Cahilî toplumlarda insan, ilâhlaştırılmış ve rableştirilmiştir... İnsan, insanın kulu ve insan, insanın ilâhı olmuştur... İnsan, insanı rab edinmiştir... İnsan, insana tapınmış ve insan, insanı kul etmiştir... İnsan, kendisini yaratan ve yegâne Rabbi olan Allaha kul olmayı, yani Onun emirlerine itaat edip hayatını Allahın hükümlerine göre düzenlemeyi terk edib bir yana bırakınca, kendisi gibi bir insanı ilâhlık ve rablik makamına oturtmuş, onun emirlerine itaat edip, hayatını bu emirlere göre düzenlemiştir... Kula, kul olmuştur...
Yegâne hayat nizamı olan İslâm, insanı, kula kul olmaktan kurtarıp, yegâne Rabbi Allaha kul yapmak ve böylece yaratılış gayesine uygun bir hâle getirmek üzere inzâl edilmiştir... İslâmın gayesi, yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanı,
[284] içine düştüğü bu Esfelis-sâfilin den kurtarıp yine fıtratına uygun olan Ahsenit-takvime ulaştırmaktır
[285]...
Bundan dolayı Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
De ki: Ey Kitab Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhide) gelin. Allahdan başkasına kulluk etmeyelim, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allahı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız. (Âl-i İmrân, 3/64)
Şu tarihî olay da, muvahhid müminlerin, yegâne Rabbleri Allah Teâlânın bu emrini nasıl ciddî bir şekilde uyguladığının apaçık bir delilidir:
Sad (b. Ebi Vakkas), Rüstemin talebi üzerine ikinci elçi olarak Ribi b. Amiri gönderdi. Ribi, Rüstemin makamına girdi. Meclisini, altın işlemeli halılar ve ipek minderlerle döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve incileri, muazzam süsleri sergilemişlerdi. Üzerinde tacı ve diğer kıymetli eşyaları vardı. Altından bir taht üzerinde oturmuştu.
Ribi ise, eski elbiseler giymiş olarak makama girdi. Amma üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı. Kısa boylu bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının toynağı halının ucuna basıncaya kadar at üzerinde durdu. Sonra indi. Atını, oradaki minderlerin dayalı olduğu yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı ve başında miğferi olduğu hâlde Rüsteme yöneldi.
Muhafızlar, ona:
- Silahını indir, dedilerse de,
O:
- Ben, size gelmedim. Siz, beni çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ, yoksa geri dönerim, dedi.
Rüstem:
- İçeri girmesine izin verin, dedi.
Bunun üzerine o da, mızrağına dayanarak Rüstemin tahtına doğru yürüdü.
Ona:
- Sizi, buralara kadar getiren sebeb nedir? diye sordular.
O da, şöyle cevab verdi:
- Cenab-ı Allah, bizi gönderdi ki, Onun dilediği kimseleri, kullara kulluk etmekten kurtarıp Allaha kul yapalım. O kimseleri, dünya sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuşturalım. (Batıl) dinlerin zulüm ve baskısından kurtarıp İslâmın adaletine kavuşturalım. Cenab-ı Allah bizi, kendisine imana davet edelim diye, dini ile yaratıklarına gönderdi. Bu dini kabul eden kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendisine dokunmadan geri döneriz. Amma bu dini kabul etmeyen kimselerle, Allahın vadini gerçekleştirinceye kadar savaşırız.
- Allahın size vadettiği şey nedir?
- Cennettir. İmana gelmeyen kimselerle savaşarak ölen kimse için cennet vardır. Hayatta kalan gaziler için ise, zafer vardır.
[286]İşte, yegâne hayat nizamı İslâmın gayesi ve işte, Allahdan başka bütün ilâhlaştırılan tağutları reddeden, yalnızca Allaha kul olan muvahhid müminlerin vazifesi!.. Bu gaye ve bu vazife, ilk gündeme geldiği günden kıyamete kadar aynı gaye ve aynı vazifedir... Asırların geçmesi, çağların değişmesi, bu gaye ve bu vazifeden hiçbir şeyi değiştirmez... Bu gaye ve bu vazife, gündeme geldiği an kadar taze ve canlıdır... İlk günkü kadar güçlü, hareketli ve bereketlidir!..
Her biri, Hak Din olan İslâmın yerine geçip Allahın kullarına egemen olmak isteyen batıl, beşerî ve tağutî ideolojilerin zulüm ve baskılarından insanlık âleminin nasıl kurtulacağının yolunu ve programını beyan buyurmuştur Allah Teâlâ... Cahiliyye hükümleriyle düzenlenen hayatın, bu hüsrandan nasıl kurtulup İslâmın adalet nizamına kavuşacağının yolu ve programı, yegâne Rabbimiz Allah Teâlânın emirlerine ve Onun, insan kullarına hidayet rehberi olarak vazifeli kılıp gönderdiği Rasulullah Muhammed (s.a.s.)in Sünnetine sarılıp itaat etmektir!..
Asra yemin ederek, insanların zarar ve ziyan içinde olduklarını beyan buyuran Rabbimiz Allah, bu hüsrandan kurtulmuş olan kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Asr, 103/3)
Ayet-i Kerimede beyan edilen dört vasfı üzerlerinde bulunduranlar, yani muvahhid müminler, hüsrandan, zarar ve ziyandan kurtulmuşlardır... Bu muvahhid müminler, bu muttaki müslümanlar, Tevhidin nuruyla ihya olmuş, İslâmın şerefli ve izzeti ile şereflenip izzet bulmuşlardır... İhya olan bu mümin müslümanların herbiri birer insan-ı kâmil olmuşlardır... İnsan-ı kâmil, mümin-i kâmil demektir...
İşte bu ihya olmuş muvahhid şahsiyetlerin, diğer insanların hidayet bulmasına vesile olmaları ve onları ihya etmeleri gerekir... Bu, onların kaçınılmaz ve ertelenmez a-nın vacibi olan vazifeleridir...
Katıksız iman sahibi olan muvahhid müminler, imanlarının gereği olan salih amelleri gereği gibi işlerler... Birbirlerine hak olanı ve Hakkdan geleni tavsiye eder, hak olanı hayatında yaşamaya gayret ederken önüne çıkan bütün engelleri aşmak için direnmeyi, çalışmayı, çabalamayı, yani sabrı tavsiye ederler... Bu konuda birbirleriyle tavsiyeleştikleri gibi, bütün imkânlarınca yardımlaşmaya da gayret ederler...
Ubeydullah b. Hıns (rh.a.) diyor ki:
- Rasulullah (s.a.s.)in sahabîlerinden iki kişi karşılaşınca biri, diğerine Asr Sûresini sonuna kadar okumadan ayrılmazlardı. (Sûre bitince) biri, diğerine selâm verir ayrılırlardı.
[287]Yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab-ı Kiramın (Allah cümlesinden razı olsun) tavrı böyle idi... Onlardan sonra gelen, ihya erleri olan muvahhid müminlerin de tavrı böyle olmalıdır!.. Birbirlerine vazifelerini hatırlatan tavır!..
[288]