İttibâ Şirki:
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına ve bazen de hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kuran kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kuranî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan müminin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allahın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamberin yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kurânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâmın birinci ve en büyük esasıdır. Kuranın en fazla önem verdiği konudur. Mekkede inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medinede inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi Ey iman edenler... diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin). (4/Nisâ, 136)
Lâ ilâhe illâllah hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Müminler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için Ey iman edenler, İman edin! diye uyarılır. Kuran, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız Ona ibâdet edilmeli, başkası Ona ortak koşulmamalıdır: Bu, Allahın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allahın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44).
Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele! (39/Zümer, 17-18).
Bunun için insan daima Lâ ilâhe illâllaha muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, yalnız Allah'a kulluk edin, Ondan başka ilâhınız yoktur diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlibe Onu söyle, onunla Allahın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah... diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitaba uymayı, Allahın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allahtan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kuranın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allahın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allahtan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allahtan başkasına yönelme ve Allahtan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir.
...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de Ona mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir! (7/Arâf, 54)
...Hüküm sadece Allaha aittir. (12/Yûsuf, 40)
Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz? (16/Nahl, 17)
Allahtan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? Ondan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)? (35/Fâtır, 3)
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar.
Firavun dedi ki: Bırakın, Mûsâyı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâyı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum. (40/Mümin, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).
Mekkedeki olay da aynıydı. Mele, Kureyşti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak el-emîn Muhammed (s.a.s.)den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Müminlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir müminin Allah'a itaat etmemesi, Onu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kurandan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullahın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
Onlar, Allahı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesihi de... Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir. (9/Tevbe, 31).
Adiy: Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu:
Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına? Adiy:
Evet dedi. Efendimiz buyurdu ki:
İşte bu, onlara ibâdettir. (Tirmizî, Tefsîrul-Kuran 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetul-Ahvezî, hadis no: 5093)
Rabbınızdan size indirilen Kitaba uyun. Ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın. (7/Arâf, 3)
Yoksa, Allahın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır? (42/Şûrâ, 21)
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allaha aittir. (42/Şûrâ, 10)
...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz. (6/Enâm, 121)
Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. (4/Nisâ, 65)
(Münâfıklar,) Allaha ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mümin değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allaha ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir. (24/Nûr, 47-48)
Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (5/Mâide, 44)
Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allahtan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir? (5/Mâide, 50)
Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (95/Tîn, 8)
Ey iman edenler, Allaha itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ülül-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allaha ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allaha ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. (4/Nisâ, 59)
Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. (33/Ahzâb, 36)
...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de Ona mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir! (7/Arâf, 54)
İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. (6/Enâm, 82)
...Hüküm sadece Allaha aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (12/Yûsuf, 40)
Allaha ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allaha ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır:
Bunlar Allahın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allaha ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allaha ve Peygamberine karşı isyan eder ve Onun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. (4/Nisâ, 13-14)
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygambere aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allahtan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin. (8/Enfâl, 1)
Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allaha yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allahın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır. (39/Zümer, 17-18).
(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allaha ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Müminûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif:
Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allaha şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allahtan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır. (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Hüküm koyma (teşrî), Lâ ilâhe illâllahla direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. Allahın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir. (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allahın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allahın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allahın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allahtan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allahın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allahın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: Allahın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir, veya bu, Allahın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allahın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâmdan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allahın hükmüne uymak, İslâma teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allahın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, lâ ilâhe illâllah deyince müslüman olacakları, İslâmı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.[505]
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bil-marûf ve nehy-i anil-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece klübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."
Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...
Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?
Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama, farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... göz önüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları, "ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...
Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin resmî dininin Hristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...
Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allaha şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allahtan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır. (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamberin yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kurânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâmın birinci ve en büyük esasıdır. Kuranın en fazla önem verdiği konudur. Mekkede inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medinede inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi Ey iman edenler... diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin). (4/Nisâ, 136)
Lâ ilâhe illâllah hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Müminler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için Ey iman edenler, İman edin! diye uyarılır. Kuran, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız Ona ibâdet edilmeli, başkası Ona ortak koşulmamalıdır: Bu, Allahın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allahın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44).
Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele! (39/Zümer, 17-18).
Bunun için insan daima Lâ ilâhe illâllaha muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, yalnız Allah'a kulluk edin, Ondan başka ilâhınız yoktur diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlibe Onu söyle, onunla Allahın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah... diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitaba uymayı, Allahın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allahtan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kuranın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allahın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allahtan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allahtan başkasına yönelme ve Allahtan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir.
...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de Ona mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir! (7/Arâf, 54)
...Hüküm sadece Allaha aittir. (12/Yûsuf, 40)
Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz? (16/Nahl, 17)
Allahtan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? Ondan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)? (35/Fâtır, 3)
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar.
Firavun dedi ki: Bırakın, Mûsâyı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâyı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum. (40/Mümin, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).
Mekkedeki olay da aynıydı. Mele, Kureyşti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak el-emîn Muhammed (s.a.s.)den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Müminlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir müminin Allah'a itaat etmemesi, Onu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kurandan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullahın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
Onlar, Allahı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesihi de... Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir. (9/Tevbe, 31).
Adiy: Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu:
Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına? Adiy:
Evet dedi. Efendimiz buyurdu ki:
İşte bu, onlara ibâdettir. (Tirmizî, Tefsîrul-Kuran 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetul-Ahvezî, hadis no: 5093)
Rabbınızdan size indirilen Kitaba uyun. Ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın. (7/Arâf, 3)
Yoksa, Allahın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır? (42/Şûrâ, 21)
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allaha aittir. (42/Şûrâ, 10)
...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz. (6/Enâm, 121)
Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. (4/Nisâ, 65)
(Münâfıklar,) Allaha ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mümin değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allaha ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir. (24/Nûr, 47-48)
Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (5/Mâide, 44)
Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allahtan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir? (5/Mâide, 50)
Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (95/Tîn, 8)
Ey iman edenler, Allaha itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ülül-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allaha ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allaha ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. (4/Nisâ, 59)
Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. (33/Ahzâb, 36)
...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de Ona mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir! (7/Arâf, 54)
İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. (6/Enâm, 82)
...Hüküm sadece Allaha aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (12/Yûsuf, 40)
Allaha ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allaha ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır:
Bunlar Allahın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allaha ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allaha ve Peygamberine karşı isyan eder ve Onun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. (4/Nisâ, 13-14)
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygambere aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allahtan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin. (8/Enfâl, 1)
Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allaha yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allahın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır. (39/Zümer, 17-18).
(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allaha ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Müminûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif:
Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allaha şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allahtan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır. (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Hüküm koyma (teşrî), Lâ ilâhe illâllahla direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. Allahın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir. (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allahın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allahın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allahın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allahın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allahtan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allahın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allahın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: Allahın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir, veya bu, Allahın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allahın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâmdan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allahın hükmüne uymak, İslâma teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allahın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, lâ ilâhe illâllah deyince müslüman olacakları, İslâmı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.[505]
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bil-marûf ve nehy-i anil-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece klübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."
Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...
Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?
Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama, farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... göz önüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları, "ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...
Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin resmî dininin Hristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...
Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allaha şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allahtan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır. (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.
i1 harfi
- İBÂHİYYE
- İBDÂ
- İBN KESİR
- Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm:
- İBN MACE
- Sünen-i İbn Mâce:
- İBN TEYMİYYE
- İBNU'S-SEBİL
- İBRA
- İBRAHİM SÛRESİ
- İBRÂNÎ
- İBTİLÂ'
- İCÂBET
- İCAP VE KABUL
- a) Sözle icap ve kabul:
- Sıygaların İcap ve Kabulde Etkisi:
- b) Mektup, elçi, telefon vb. ile icap ve kabul:
- c) Teâtî yolu ile icap ve kabul:
- İCARETEYN
- İCÂZET
- İCBÂR
- İCMA'
- İcmaın Mertebeleri:
- l) Sarih İcma:
- 2) Sükûtî İcma:
- 3) Müctehidlerin Belli Bir Ortak Noktada İttifak Etmeleri:
- İCMA-İ ÜMMET
- İCMÂLÎ ÎMAN
- İCRÂ
- Mahkeme Kararlarının İcrâ ve İnfazı: