Tesbih/Zikir Kurbanları

Tesbih, gramerde ism-i âlet olmamasına rağmen, kullanımda "kendisiyle tesbih edilen araç" anlamıyla şöhret bulmuştur. Yani sembolik bir araçtır sayı taşları. Kimlerin sembolü olduğu mâlum; müslümanlar içerisinden kendilerini zikir ehli, gönül ehli sayıp kalp tasfiyesi, nefis tezkiyesi yaptıklarını iddia aden kimi kesimlerin. Bu kesimlerimizden birçoğunun ana sermayesi addettikleri "zikr"in Kur'ânî anlamını bilmediklerini, araştırmadıklarını, bu konuda Kur'an'ın en çok üzerinde durduğu bir konuda ona başvurmadan zikrettiğini sanmak ne büyük gaflet. Kaldı ki bu konuda da hevâ ve heveslere değil; bizzat Allah'ın koyduğu ölçülere uyulması Kur'an'ın emridir: "... fezkürullahe kemâ allemeküm (Allah'ın size öğrettiği gibi Allah'ı zikredin.)" (2/Bakara, 239)



Kur'an'da "cihad" gibi çok anlamlı bir kavram olan zikir, bazı kesimlerce çok yanlış ve tehlikeli bir biçimde, diğer anlamlarından soyutlanarak dil ile anmaya tahsis edilmiştir. Allah'ı anmak (2/Bakara, 198), tebliğ (87/A'lâ, 9), öğüt ve uyarı (88/Ğâşiye, 21), şükür (7/A'râf, 69) gibi birçok anlamlara gelen zikir "alâ" harf-i ceriyle kullanıldığında "dille anmak" anlamına gelir (6/En'âm, 21). Aslında zikrin yalnızca "tesbih" anlamına gelmediğini, bundan daha kapsamlı olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz: "Ey iman edenler! Allah'ı çok çok zikredin ve O'nu sabah akşam tesbih edin." (33/Ahzâb, 41-42)



İman edenlere hem zikir, hem tesbih emredilmiştir. Bu noktada aynı âyette hem "zikr"in, hem de "tesbih"in anılması, bu ikisinin birbirinin aynı olmadıklarının en açık delilidir. Bu nedenle dil ile zikir olan "tesbih"i küçümsemek, yok saymak ya da terketmek bir mü'mine yakışan şeyler değildir. Cihad kavramının içinde "kıtal"in yeri neyse zikir kavramının içerisinde de "tesbih"in yeri odur. Her yaptığı işe "cihad" adını verenlerin "kıtal" (savaş)in ayrıca farz kılındığını (2/Bakara, 219) gözardı ettikleri gibi, zikrin yalnızca tesbih olmadığını söyleyenlerin birçoğu da dil ile anma, tekrar etme anlamına gelen "tesbih"in ayrıca tavsiye ve emir buyrulduğunu gözardı etmektedirler.



Kendilerini zikir ehli addedenlere gelince; Bu kesimden kimileri Allah'la yaptıkları mukaveleye sâdık kalmamışlardır. "Şeriatten bir taş düşerse müridlerimin tüm virdleri düşer" diyen gerçek ve kâmil mürşidin aksine bu mantık, müslümanların tüm değerleri ayaklar altına alınırken; değil bir taş, şeriatin temelleri bile hoyratça sökülürken, oturdukları postları başında kılları kıpırdamamıştır. Ümmetin yağmalanan değerleri karşısında hissiz ve kaygısız duran bu mantık, yaptığı işin adını "büyük cihad" koymuştu. Oysa ki; "büyük cihad nedir?" diye Kur'an'a sorduğumuzda Kur'an bize büyük cihadın ne olduğunu açıkça söylüyordu: "Kâfirlere uyma ve onlara karşı büyük cihad (cihâden kebîrâ) et." (25/Furkan, 52).



Gerçekten büyük cihad edenler hem içinin düşmanlarına, hem dışındaki düşmanlara karşı çift yönlü bir cephe açıp önce yürek/gönül devletini kuranlardı. Kafasını kalbine kurban eden, dini diriltici bir iksir gibi değil; bir uyuşturucu gibi algılayan anlayış her şeyini bir kişiye ısmarlayarak düşünme zahmetinden kurtulmuştur. Onun yerine başkaları düşünür, başkaları karar verir. Nefreti ve sevgisi 'emir-komut'a bağlıdır. "Gassâl elinde meyyit" olmayı, küffâr elinde şehid olmaya tercih etmiştir. "Ölmeden evvel ölme"ye çalışır da, "öldükten sonra yaşama"yı denemez. "Mevt"i tefekkür ettiğinin binde biri kadar "şehâdet"i tefekkür etmemiştir. Yüreğin/gönlün en büyük iki penceresi olan akıl ve duyularını iptal ettiğinden yürek bir zindana dönüşmüştür.



Bir tesbih/zikir kurbanının itaat anlayışı, görerek değil; körü körüne bir itaat anlayışıdır. Kurban, yalnızca emredilenlerin dışında kimseyi dinlememek ve hiçbir kitabı okumamakla kalmaz; Kur'an'a, onun âyetlerine karşı da kör ve sağırdır.[54]