İslam Dünyasında Zındıklık Nasıl Başladı, Nasıl Gelişti
Özellikle eski dinlere ait küfrî inanışların İslam'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslamî değerlerin dejenere edilmesi şeklinde ortaya çıkan zındıklık epeyce eski bir geçmişe sahiptir.
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar ilk kez Hz. Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim alanında kendini göstermiştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanındaki açık tartışmalar izlemiştir.
Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri karıştıran bir tez ortaya attı. O'na göre Kur'ân yaratıktı. Halbuki müslümanlar vahyin, İlâhî kelâm olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı olduğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslam Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.
Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın potensiyeli olarak görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiç bir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu müslüman olmuş ve kendi imkanlarıyla İslam'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genellikle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınamamış olan topluluklardır.
İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruhsal saplantılar nedeniyle İslam'ı, gerçek kimliği içinde bir türlü hazmedemediklerinden O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya çalışan insanlardır.
Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insanoğlunun ufkunu genişlettiği, için bir çeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçekleri, tarihin her döneminde hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı zamanda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştırabilme gücünü ortaya koymuştur.
Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etkilemişlerdir.
Bunlardan birincisi: İslam Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa ortamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.
Nedenlerden ikincisi: İslam Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişledikçe dalgalar halinde İslam'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntılarıdır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak safdillik olur.
Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.
Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar şiîler, hariciler ve zahidlerdir. İmanın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiç bir ayrılık yoktu. Gerek Hz. Ali'nin kanını akıtan azılı düşmanları hariciler, gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) şiiler, gerekse kabuklarına çekilip kendilerini tamamen ibadete veren ilk zahidler, iman konusunda birlik içinde idiler. Kur'ân-ı Kerim'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, peygamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konularında farklı değil, aynı şeylere inanıyorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imanını etkilemeye başladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslam çemberinin dışına her gün biraz daha kayarak (yani gittikçe zındıklaşarak) sonunda bağımsız birer din haline geldiler.
Örneğin, büyük ihtimalle daha fazla müslüman kanı akmasına engel olmak istediği için Muaviye karşısında fazla direnmeyen Hz. Ali'yi bile Kur'ân'a ihanetle suçlayacak kadar Kur'ân'a bağlı olduklarını (!) ortaya koyan ve bu yüzden O'nu şehid eden haricilerin, çok sonraki uzantıları zındıklaşarak İslam'dan koptular. Aynı zamanda her tarafta terör fırtınası estiren bir cinâyet şebekesi haline geldiler. Bunlardan özellikle Acrûdiler (el-Acaride) ve Meymûniler adındaki iki grubun zındık kâfir oldukları konusunda İslam âlimleri görüş birliği içindedirler. [7]
Keza Hz. Ali'nin taraftarları olarak ünlenen ilk şiiler aynen Hz. Ali ve diğer sahâbîler gibi başlangıçta Kur'ân-ı Kerim'e bağlı oldukları halde bir zaman geldi ki İsmaililer, Dürzîler ve Nusayrîler gibi çeşitli batınî kamplar adı altında gittikçe zındıklaşarak İslam'dan koptular. Bu fraksiyonlara ait inanış ve yorum şekilleri daha sonra bağımsız birer din kimliğine büründü. Mazdeist bir kökenden gelen ve Hz. Ali'yi sembol edinen Anadolu Râfızıyları da bu zümrelerden biri olarak İslam'dan kopmuşlardır.
Üçüncü kamp olan ilk zahidlere gelince, vaktiyle bunların arasında Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyad, Büşr el-Hâfi, Seriyy es-Sakatıy, Haris el-Muhasibî ve Sehl b. Abdillah et-Tüsterî gibi bazıları fazilet, vera' ve takvada örnek gösterilmiş şahsiyetler vardı. Her şeye rağmen Kur'ân'ın çizdiği sınırlarda kalarak mistik bir yaşam biçimi seçtikleri ve dönemin siyasi kavgaları dışında kaldıkları için ünlendiler. Zâten bu kampın oluşmasını o günün şartları içinde aramak gerekir. Çünkü o dönemin şiî-haricî kavgalarından usanan ve bir kenara çekilmekte selameti arayan bir avuç sessiz, sedasız insan vardı ki işte bu zahidler onlardır.
Tasavvufu ilk başlatanların bu kuşak olduğunu ileri sürenlere rağmen, bunlar sûfî değil, bilakis zâhid olarak tanınıyorlardı. Her ne kadar onlardan bazılarına ve bir sonraki kuşak zahidlerine sûfî denilmiş ise de sufiliğin o gün için kavram olarak taşıdığı anlam, ancak zühd ile açıklanabilirdi. Zühd ise: Dünyadan el etek çekmek, harama bulaşmak korkusundan helâlin en azıyla yetinmek demektir.
Tekrar etmek gerekir ki zühd ve takva'yı tasavvuf kavramıyla hiç bir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf) daima İslam'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takva anlamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, tarih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.
Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sahnesinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyonları da hemen hemen aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslam Tarihinde baştan beri sapkın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyleyebiliriz.
Bunlardan ilki Şiilik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatilik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyılında bir yeraltı örgütü olarak faaliyet gösteren İhvanüs-safa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zındıklık akımları bu kaynaktan beslenmişlerdir.
İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zındıklık ise, -şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak- daima müslüman çoğunluk arasında birtakım sünni tarikatlar adı altında devam etme imkanını bulmuştur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görünüşleriyle kitaba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu bakımdan müslümanların kuşku duymalarına büyük ölçüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslam âlimlerinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üstelik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslam'ın özünden uzak, yarıaydın bazı müslümanımsıların tepkilerine bile neden olmuştur.
Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis terbiyesi adı altında, genelde tepki almadan müslümanlara daha kolay bulaşma imkanını bulmuş, müslümanların muhitlerinde şiî kökenli fraksiyonların aksine rahatça yayılabilmiş ve tutunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güçtür. Ne varki Tasavvufçular, tarihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, onların keramet ve menkibelerini kuşaktan kuşağa naklederek -sözde- bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlardır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklığın zaman içinde çeşitli içerikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zındıklık sürecinin ilk zahidlerle başladığını söylemek mümkün değilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve onların mistik yaşam biçimlerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Yoksa ilk zâhidler yüzyıllar sonra oluşan tarikat protokollerinden, çeşitli merasim ve âyinlerinden, giyim kuşam biçimlerinden ve çetrefil simgelerinden hiç de haberdar değillerdi. Örneğin Süfyan'us-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyâd, Ma'rûf'ul-Karkhî, Buşr'ul-Hâfî, Seriyy'us-Sakatıy, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri ve Cüneyd'ul-Bağdâdî gibi ilk zâhidlerden hangi biri Râbıta yı biliyor, Hatm-i huwâcegân âyini düzenliyor, sikke giyiyor, Kudûm çalıyor ve Vahdet-i vücud dan bahsediyordu? Bu insanların söz konusu âyinlerden, tarikat üniformalarından, sembol ve doktrinlerinden elbetteki haberleri yoktu. Ancak bunlar, İslamın onaylamadığı mistik eğilimlerden tamamen mi uzak idiler ? İşte burası tartışılır.
Elbetteki bunların arasında Abdullah b. Mübarek gibi vera' takva, cesaret ve yetkinliğiyle haklı olarak ünlenmiş, halifenin ve âlimlerin saygısını kazanmış şahsiyetler vardı. Buna karşın aralarında İmam Hanbeli'nin hiç yüz vermediği Haris el-Muhasibî de vardı. [8] Gerçi müslümanlar bu ilk zâhidleri genellikle rahmetle anmışlardır. Ne varki onların dünyadan el etek çekmiş olarak seçtikleri yaşam biçimi çok sonraları ortaya çıkan zındıklar için daima ilham kaynağı oldu.
Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın nedenlerini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde aramak gerekir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:
İslamın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir zaman dilimi içinde milyonlarca mecusi, manihist, mazdekist, şamanist, zerdüşist, budist ve hıristiyan müslüman oldular. Bu yeni müslümanların hayatında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve yayıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itibaren olgunlaşan sapkın inançlar daha sonraları ülkenin içlerine doğru taşınıyordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi zayıflamıştı. Onun için devlet otoritesi yerine imani değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.
Nitekim genelde kelâm ve akâid ilimlerinde önemli eserler veren Ebu Mansur Matürîdî, Ömer Nesefî, Fahrüddin-i Razî ve Sadüddin Teftazanî gibi ünlü isimlerin bu bölgelerde yetişmiş olmaları, müslümanların zındıklık akımlarına karşı daha çok nerelerde yoğun mücadeleler verdiklerini göstermektedir. Ancak o günden bu güne zındıklık öyle dehşetli bir evrim geçirmiştir ki çağımızın tasavvuf anlayışı, örneğin XI inci yüzyıl tasavvuf anlayışının yanında tamamen ayrı bir din kimliğini kazanmıştır. En azından şu kadarını söyleyebiliriz ki mistikçilerin: pirlerimiz ve ulu efendilerimiz dedikleri şahıslardan örneğin Ebu Ali Farmedi'nin, asırlar sonraki sofular gibi rabıta yaptığına, Hatm-i huwâcegân âyini düzenlediğine, avucuna çakıl taşları alarak zikir yaptığına ilişkin bir belge, hatta bir tek kelime bile bulmak mümkün değildir. Ama zındıklık günümüzde öyle korkunç bir mekânizma geliştirmiştir ki Eğer Hz. Ebubekr'in bile bir nakşibendi olduğunu belgelemek isterlerse bunu yapmayı göze almaktan asla çekinmezler !
Bilindiği üzere illegal faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevreler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zorundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kullanırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih boyunca küfrün virüs ve mikroplarını İslamın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlayabilmişlerdir.
Örneğin Milâdi XII inci yüzyılın ortalarında Maveraünnehr'de yaşayan bir adam, onbir ilkeye dayalı mistik bir yol kurmuştur. Bu ilkelerin her birini de farsça bir sembol sözcükle ifade etmiştir. Raşahât [9] gibi bazı tarikat kitaplarında bu onbir terim aynen şöyle sıralanmıştır:
1- Hûş der dem
2- Nazar ber kadem
3- Sefer der vatan
4- Halvet der encümen
5- Yâ kerd
6- Bâz geşt
7- Nigâh dâşt
8- Yâd dâşt
9- Vukûf-i zamânî
10- Vukûf-i adedî
11- Vukûf-i kalbî
Şimdi bu terimlerden hangi biri ele alındığı ve incelendiği zaman ilk planda hiç de kötü bir amaca yönelik anlamlar taşımadığı görülmektedir. Dolayısıyla: ruhani bir takım öğütler olarak bu ilkelerin ne zararı olabilir? diye insan, iyi niyetle belki bunlara bir meşruluk zemini arayabilir; Hatta insanı daha iyi bir islami anlayışa doğru yönlendirebileceği bile ilk başta akla gelebilir. Bu nedenle de öteden beri propaganda edildiği gibi: Mistik örgütlerin birer okul ve ahlâk kurumu oldukları tezine, insanları inandırmak çok daha kolay olur. Oysa bakıyoruz ki bu ilkelerin öğütlediği bütün doğru şeyleri zâten Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav)'in sünneti bize öğütlemiştir. Tersine bu öğretilerin arka planında gizli olan çirkinliklerin ve olumsuzlukların hiç biri yüce kitabımızda ve Peygamberimizin sünnetinde elbette ki yer almamaktadır.
Bu gerçeği kanıtlamak için örneğin yukarıdaki ilkelerden birincisi olan hûş der dem2 sözcüğünden ne amaçlandığını yine kendi belgelerinden inceleyelim:
Raşahât adlı kitapta bu terimin anlamı Miladi 1500 lerin türkçesiyle aynen şöyle açıklanmaktadır: [10]
Hûş der dem: Bunun manası oldur ki, her bir nefes ki derundan yukaru gele, gerekdir ki sahibi nefes anda hazır ve âgâh ola ve demde gaflet ana yol bulmaya. Mevlânâ Sa'düddin Kaşgârî Kaddesellahu Teâlâ sirrehu buyurmuşlardır ki:
"Hûş der dem, yani bir nefesden bir nefese intikal gerekir ki gaflet ile olmaya, huzur ile ola ve her nefes ki olur, Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan halî ve gafil olmaya ...
Bu terane aynı bölümde daha epey sürmekte ve hûş der dem dedikleri şeyin ne olduğu, aynen yukarıdaki sözlere benzer daha bir yığın lafla anlatılmaya çalışılmaktadır.
Tarikatın onbir ilkesinden biri olan bu kurala göre, sözde insanın gaflet içinde yaşamaması ve her an Rabb'inin kontrolü altında olduğunu hiç unutmaması öğütlenmektedir. Elbetteki bu, çok güzel ve ulvî bir öğüttür. Allah Teâlâ'nın bizlere ihsan buyurmuş olduğu sayısız nimetleri unutarak O'na karşı gaflet nankörlüğüne düşmek pek büyük bir suçtur. Fakat eğer bizzat Allah Teâlâ gafil insanları korkunç bir şekilde kötülüyor ve onları hayvanlardan daha beter olarak niteliyorsa; [11] Eğer Allah Teâlâ yüce elçisine (ve elbette ki O'nun şahsında bütün müminlere): Rabb'ini, içinden yakararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma! (Araf: 7/205) diyorsa artık birinin çıkıp sırf: insanları gafletten kurtarmak istiyorum diye bir yol kurması ve nereden taşıyıp getirdiği pek bilinmeyen birtakım acayip ilkelere dayalı bir doktrin geliştirmesi âdetâ yepyeni bir din olan bu rûhânî ilkeler etrafında insanları örgütlemeye çalışması hangi gerekçelerle kabul edilebilir?! İslam Devleti'nin bir zaman sonra gücünü yitirip artık Horasan, Maveraünnehr ve Sind gibi merkezden uzak bölgeleri denetleyemez duruma düştüğü günlerde bu insanların böylesi işler yapmaya kalkışmış olmaları elbetteki önemli gerçekleri ortaya koymaktadır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi şudur:
Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemlerinde zındıklık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş periyodu ile İslamdan uzaklaşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkilemiştir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu dinlerinin esrarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind müslümanları her zaman bu insanlardan etkilenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve baba, ata, pîr, huwâce, mevlânâ gibi unvanlarla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mektupları bu etkileri açıkça yansıtmaktadır.
Örneğin yukarıda anlatılan tarikatın ilkeleri ile rabıta2 denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihtimali çok büyüktür.
Zındıklık konusunda daha cüretli davranmış başka sapıklar da vardır ki örneğin kendiliklerinden birer din icad etmiş olan Ekber Şah, [12] Mirza Ali Muhammed seyyid [13] Mirza Hüseyin Ali Mazenderânî [14] ve Mirza Gulam Ahmed Kadyânî [15] bunlardandır. Bu adamların hepsi de o bölgelerde ortaya çıkmışlardır.
Devlet otoritesinin, gittikçe (artık azınlıkta kaldıkları sanılan) müslümanların elinden çıkması; Rûhu sönmüş müslümanımsı çoğunluğun gelenekçi inanış ve düşüncelerini temsil eden kliklerin işbaşına gelmesi; Bilgisizliğin yaygınlaşması; Bu yüzden İslam Dünyası'nın maddi alanlarda gerilemesi ve haçlı savaşları gibi çeşitli etkenler âdetâ birbirini tamamlayarak zındıklığın gittikçe gelişmesine yardım etmiştir. Sonuçta bu etkenler, zamanla oluşan çeşitli sapkınlıkları bağımsız birer din kimliği içinde günümüze taşımıştır.[16]
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar ilk kez Hz. Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim alanında kendini göstermiştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanındaki açık tartışmalar izlemiştir.
Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri karıştıran bir tez ortaya attı. O'na göre Kur'ân yaratıktı. Halbuki müslümanlar vahyin, İlâhî kelâm olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı olduğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslam Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.
Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın potensiyeli olarak görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiç bir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu müslüman olmuş ve kendi imkanlarıyla İslam'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genellikle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınamamış olan topluluklardır.
İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruhsal saplantılar nedeniyle İslam'ı, gerçek kimliği içinde bir türlü hazmedemediklerinden O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya çalışan insanlardır.
Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insanoğlunun ufkunu genişlettiği, için bir çeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçekleri, tarihin her döneminde hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı zamanda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştırabilme gücünü ortaya koymuştur.
Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etkilemişlerdir.
Bunlardan birincisi: İslam Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa ortamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.
Nedenlerden ikincisi: İslam Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişledikçe dalgalar halinde İslam'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntılarıdır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak safdillik olur.
Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.
Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar şiîler, hariciler ve zahidlerdir. İmanın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiç bir ayrılık yoktu. Gerek Hz. Ali'nin kanını akıtan azılı düşmanları hariciler, gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) şiiler, gerekse kabuklarına çekilip kendilerini tamamen ibadete veren ilk zahidler, iman konusunda birlik içinde idiler. Kur'ân-ı Kerim'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, peygamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konularında farklı değil, aynı şeylere inanıyorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imanını etkilemeye başladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslam çemberinin dışına her gün biraz daha kayarak (yani gittikçe zındıklaşarak) sonunda bağımsız birer din haline geldiler.
Örneğin, büyük ihtimalle daha fazla müslüman kanı akmasına engel olmak istediği için Muaviye karşısında fazla direnmeyen Hz. Ali'yi bile Kur'ân'a ihanetle suçlayacak kadar Kur'ân'a bağlı olduklarını (!) ortaya koyan ve bu yüzden O'nu şehid eden haricilerin, çok sonraki uzantıları zındıklaşarak İslam'dan koptular. Aynı zamanda her tarafta terör fırtınası estiren bir cinâyet şebekesi haline geldiler. Bunlardan özellikle Acrûdiler (el-Acaride) ve Meymûniler adındaki iki grubun zındık kâfir oldukları konusunda İslam âlimleri görüş birliği içindedirler. [7]
Keza Hz. Ali'nin taraftarları olarak ünlenen ilk şiiler aynen Hz. Ali ve diğer sahâbîler gibi başlangıçta Kur'ân-ı Kerim'e bağlı oldukları halde bir zaman geldi ki İsmaililer, Dürzîler ve Nusayrîler gibi çeşitli batınî kamplar adı altında gittikçe zındıklaşarak İslam'dan koptular. Bu fraksiyonlara ait inanış ve yorum şekilleri daha sonra bağımsız birer din kimliğine büründü. Mazdeist bir kökenden gelen ve Hz. Ali'yi sembol edinen Anadolu Râfızıyları da bu zümrelerden biri olarak İslam'dan kopmuşlardır.
Üçüncü kamp olan ilk zahidlere gelince, vaktiyle bunların arasında Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyad, Büşr el-Hâfi, Seriyy es-Sakatıy, Haris el-Muhasibî ve Sehl b. Abdillah et-Tüsterî gibi bazıları fazilet, vera' ve takvada örnek gösterilmiş şahsiyetler vardı. Her şeye rağmen Kur'ân'ın çizdiği sınırlarda kalarak mistik bir yaşam biçimi seçtikleri ve dönemin siyasi kavgaları dışında kaldıkları için ünlendiler. Zâten bu kampın oluşmasını o günün şartları içinde aramak gerekir. Çünkü o dönemin şiî-haricî kavgalarından usanan ve bir kenara çekilmekte selameti arayan bir avuç sessiz, sedasız insan vardı ki işte bu zahidler onlardır.
Tasavvufu ilk başlatanların bu kuşak olduğunu ileri sürenlere rağmen, bunlar sûfî değil, bilakis zâhid olarak tanınıyorlardı. Her ne kadar onlardan bazılarına ve bir sonraki kuşak zahidlerine sûfî denilmiş ise de sufiliğin o gün için kavram olarak taşıdığı anlam, ancak zühd ile açıklanabilirdi. Zühd ise: Dünyadan el etek çekmek, harama bulaşmak korkusundan helâlin en azıyla yetinmek demektir.
Tekrar etmek gerekir ki zühd ve takva'yı tasavvuf kavramıyla hiç bir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf) daima İslam'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takva anlamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, tarih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.
Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sahnesinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyonları da hemen hemen aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslam Tarihinde baştan beri sapkın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyleyebiliriz.
Bunlardan ilki Şiilik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatilik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyılında bir yeraltı örgütü olarak faaliyet gösteren İhvanüs-safa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zındıklık akımları bu kaynaktan beslenmişlerdir.
İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zındıklık ise, -şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak- daima müslüman çoğunluk arasında birtakım sünni tarikatlar adı altında devam etme imkanını bulmuştur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görünüşleriyle kitaba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu bakımdan müslümanların kuşku duymalarına büyük ölçüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslam âlimlerinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üstelik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslam'ın özünden uzak, yarıaydın bazı müslümanımsıların tepkilerine bile neden olmuştur.
Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis terbiyesi adı altında, genelde tepki almadan müslümanlara daha kolay bulaşma imkanını bulmuş, müslümanların muhitlerinde şiî kökenli fraksiyonların aksine rahatça yayılabilmiş ve tutunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güçtür. Ne varki Tasavvufçular, tarihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, onların keramet ve menkibelerini kuşaktan kuşağa naklederek -sözde- bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlardır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklığın zaman içinde çeşitli içerikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zındıklık sürecinin ilk zahidlerle başladığını söylemek mümkün değilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve onların mistik yaşam biçimlerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Yoksa ilk zâhidler yüzyıllar sonra oluşan tarikat protokollerinden, çeşitli merasim ve âyinlerinden, giyim kuşam biçimlerinden ve çetrefil simgelerinden hiç de haberdar değillerdi. Örneğin Süfyan'us-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyâd, Ma'rûf'ul-Karkhî, Buşr'ul-Hâfî, Seriyy'us-Sakatıy, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri ve Cüneyd'ul-Bağdâdî gibi ilk zâhidlerden hangi biri Râbıta yı biliyor, Hatm-i huwâcegân âyini düzenliyor, sikke giyiyor, Kudûm çalıyor ve Vahdet-i vücud dan bahsediyordu? Bu insanların söz konusu âyinlerden, tarikat üniformalarından, sembol ve doktrinlerinden elbetteki haberleri yoktu. Ancak bunlar, İslamın onaylamadığı mistik eğilimlerden tamamen mi uzak idiler ? İşte burası tartışılır.
Elbetteki bunların arasında Abdullah b. Mübarek gibi vera' takva, cesaret ve yetkinliğiyle haklı olarak ünlenmiş, halifenin ve âlimlerin saygısını kazanmış şahsiyetler vardı. Buna karşın aralarında İmam Hanbeli'nin hiç yüz vermediği Haris el-Muhasibî de vardı. [8] Gerçi müslümanlar bu ilk zâhidleri genellikle rahmetle anmışlardır. Ne varki onların dünyadan el etek çekmiş olarak seçtikleri yaşam biçimi çok sonraları ortaya çıkan zındıklar için daima ilham kaynağı oldu.
Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın nedenlerini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde aramak gerekir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:
İslamın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir zaman dilimi içinde milyonlarca mecusi, manihist, mazdekist, şamanist, zerdüşist, budist ve hıristiyan müslüman oldular. Bu yeni müslümanların hayatında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve yayıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itibaren olgunlaşan sapkın inançlar daha sonraları ülkenin içlerine doğru taşınıyordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi zayıflamıştı. Onun için devlet otoritesi yerine imani değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.
Nitekim genelde kelâm ve akâid ilimlerinde önemli eserler veren Ebu Mansur Matürîdî, Ömer Nesefî, Fahrüddin-i Razî ve Sadüddin Teftazanî gibi ünlü isimlerin bu bölgelerde yetişmiş olmaları, müslümanların zındıklık akımlarına karşı daha çok nerelerde yoğun mücadeleler verdiklerini göstermektedir. Ancak o günden bu güne zındıklık öyle dehşetli bir evrim geçirmiştir ki çağımızın tasavvuf anlayışı, örneğin XI inci yüzyıl tasavvuf anlayışının yanında tamamen ayrı bir din kimliğini kazanmıştır. En azından şu kadarını söyleyebiliriz ki mistikçilerin: pirlerimiz ve ulu efendilerimiz dedikleri şahıslardan örneğin Ebu Ali Farmedi'nin, asırlar sonraki sofular gibi rabıta yaptığına, Hatm-i huwâcegân âyini düzenlediğine, avucuna çakıl taşları alarak zikir yaptığına ilişkin bir belge, hatta bir tek kelime bile bulmak mümkün değildir. Ama zındıklık günümüzde öyle korkunç bir mekânizma geliştirmiştir ki Eğer Hz. Ebubekr'in bile bir nakşibendi olduğunu belgelemek isterlerse bunu yapmayı göze almaktan asla çekinmezler !
Bilindiği üzere illegal faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevreler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zorundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kullanırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih boyunca küfrün virüs ve mikroplarını İslamın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlayabilmişlerdir.
Örneğin Milâdi XII inci yüzyılın ortalarında Maveraünnehr'de yaşayan bir adam, onbir ilkeye dayalı mistik bir yol kurmuştur. Bu ilkelerin her birini de farsça bir sembol sözcükle ifade etmiştir. Raşahât [9] gibi bazı tarikat kitaplarında bu onbir terim aynen şöyle sıralanmıştır:
1- Hûş der dem
2- Nazar ber kadem
3- Sefer der vatan
4- Halvet der encümen
5- Yâ kerd
6- Bâz geşt
7- Nigâh dâşt
8- Yâd dâşt
9- Vukûf-i zamânî
10- Vukûf-i adedî
11- Vukûf-i kalbî
Şimdi bu terimlerden hangi biri ele alındığı ve incelendiği zaman ilk planda hiç de kötü bir amaca yönelik anlamlar taşımadığı görülmektedir. Dolayısıyla: ruhani bir takım öğütler olarak bu ilkelerin ne zararı olabilir? diye insan, iyi niyetle belki bunlara bir meşruluk zemini arayabilir; Hatta insanı daha iyi bir islami anlayışa doğru yönlendirebileceği bile ilk başta akla gelebilir. Bu nedenle de öteden beri propaganda edildiği gibi: Mistik örgütlerin birer okul ve ahlâk kurumu oldukları tezine, insanları inandırmak çok daha kolay olur. Oysa bakıyoruz ki bu ilkelerin öğütlediği bütün doğru şeyleri zâten Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav)'in sünneti bize öğütlemiştir. Tersine bu öğretilerin arka planında gizli olan çirkinliklerin ve olumsuzlukların hiç biri yüce kitabımızda ve Peygamberimizin sünnetinde elbette ki yer almamaktadır.
Bu gerçeği kanıtlamak için örneğin yukarıdaki ilkelerden birincisi olan hûş der dem2 sözcüğünden ne amaçlandığını yine kendi belgelerinden inceleyelim:
Raşahât adlı kitapta bu terimin anlamı Miladi 1500 lerin türkçesiyle aynen şöyle açıklanmaktadır: [10]
Hûş der dem: Bunun manası oldur ki, her bir nefes ki derundan yukaru gele, gerekdir ki sahibi nefes anda hazır ve âgâh ola ve demde gaflet ana yol bulmaya. Mevlânâ Sa'düddin Kaşgârî Kaddesellahu Teâlâ sirrehu buyurmuşlardır ki:
"Hûş der dem, yani bir nefesden bir nefese intikal gerekir ki gaflet ile olmaya, huzur ile ola ve her nefes ki olur, Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan halî ve gafil olmaya ...
Bu terane aynı bölümde daha epey sürmekte ve hûş der dem dedikleri şeyin ne olduğu, aynen yukarıdaki sözlere benzer daha bir yığın lafla anlatılmaya çalışılmaktadır.
Tarikatın onbir ilkesinden biri olan bu kurala göre, sözde insanın gaflet içinde yaşamaması ve her an Rabb'inin kontrolü altında olduğunu hiç unutmaması öğütlenmektedir. Elbetteki bu, çok güzel ve ulvî bir öğüttür. Allah Teâlâ'nın bizlere ihsan buyurmuş olduğu sayısız nimetleri unutarak O'na karşı gaflet nankörlüğüne düşmek pek büyük bir suçtur. Fakat eğer bizzat Allah Teâlâ gafil insanları korkunç bir şekilde kötülüyor ve onları hayvanlardan daha beter olarak niteliyorsa; [11] Eğer Allah Teâlâ yüce elçisine (ve elbette ki O'nun şahsında bütün müminlere): Rabb'ini, içinden yakararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma! (Araf: 7/205) diyorsa artık birinin çıkıp sırf: insanları gafletten kurtarmak istiyorum diye bir yol kurması ve nereden taşıyıp getirdiği pek bilinmeyen birtakım acayip ilkelere dayalı bir doktrin geliştirmesi âdetâ yepyeni bir din olan bu rûhânî ilkeler etrafında insanları örgütlemeye çalışması hangi gerekçelerle kabul edilebilir?! İslam Devleti'nin bir zaman sonra gücünü yitirip artık Horasan, Maveraünnehr ve Sind gibi merkezden uzak bölgeleri denetleyemez duruma düştüğü günlerde bu insanların böylesi işler yapmaya kalkışmış olmaları elbetteki önemli gerçekleri ortaya koymaktadır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi şudur:
Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemlerinde zındıklık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş periyodu ile İslamdan uzaklaşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkilemiştir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu dinlerinin esrarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind müslümanları her zaman bu insanlardan etkilenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve baba, ata, pîr, huwâce, mevlânâ gibi unvanlarla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mektupları bu etkileri açıkça yansıtmaktadır.
Örneğin yukarıda anlatılan tarikatın ilkeleri ile rabıta2 denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihtimali çok büyüktür.
Zındıklık konusunda daha cüretli davranmış başka sapıklar da vardır ki örneğin kendiliklerinden birer din icad etmiş olan Ekber Şah, [12] Mirza Ali Muhammed seyyid [13] Mirza Hüseyin Ali Mazenderânî [14] ve Mirza Gulam Ahmed Kadyânî [15] bunlardandır. Bu adamların hepsi de o bölgelerde ortaya çıkmışlardır.
Devlet otoritesinin, gittikçe (artık azınlıkta kaldıkları sanılan) müslümanların elinden çıkması; Rûhu sönmüş müslümanımsı çoğunluğun gelenekçi inanış ve düşüncelerini temsil eden kliklerin işbaşına gelmesi; Bilgisizliğin yaygınlaşması; Bu yüzden İslam Dünyası'nın maddi alanlarda gerilemesi ve haçlı savaşları gibi çeşitli etkenler âdetâ birbirini tamamlayarak zındıklığın gittikçe gelişmesine yardım etmiştir. Sonuçta bu etkenler, zamanla oluşan çeşitli sapkınlıkları bağımsız birer din kimliği içinde günümüze taşımıştır.[16]
Z harfi
- 2- Görevleri:
- b- Menkullerde
- Eş veya Hısımların Nafakasının Zaman Aşımına Uğraması
- İbâdetlerin En Büyüklerinden Biri, Belki Birincisi; Zikir
- Meşru Savunma Halinde Saldırganı Öldürmek
- ZAHİD
- Zevi'l-Erhâmın Mirasçı Olmasında Uyulacak Kurallar
- Zikir ve Namaz
- ZULÜM
- 1-Eşin Nafakasının Düşmesi:
- Kur'an'da Zulmün Mânâları
- Mü'minlere Zikrin Emredilmesi:
- Suîniyetli Zilyedin Mükellefiyetleri
- ZÂHİR
- ZARURÎ KESİM
- ZENDEKA (ZINDIKLIK)
- Zevi'l-Erhâmın Mirasçı Oluşuna Örnekler
- Zikir ve Kur'an
- Zimmîlerle İlgili Bazı Önemli Hükümler
- 2. Hısımların Nafakasında Zaman Aşımı:
- Hadis-i Şeriflerde Zikir Kavramı
- Kavram Olarak Zulüm
- ZAHİRİYE MEZHEBİ
- ZATU'R-RİK'A GAZVESİ
- ZEYDİYE
- Zındık Sözcüğü İslam Tarihinde iİk Defa Ne Zaman Kullanıldı
- Zikir Ibâdetinin Yerine Getirilmesi:
- ZİNA
- Bazı Fazîletli Zikir Sözleri:
- Hz. ZEYNEB (r.a)