Râbıtayı Konu Alan Yazılı Belgeler

Geçmişe ait inanç ve düşünceleri geleceğe yansıtan en önemli araçlar kuş­kusuz yazılı belgelerdir. Özellikle, bir zamanlar ortaya atılmış olan her­hangi bir anlayış tarzının, bir dâvâ, bir inanç, bir ideoloji ya da felsefî bir te­zin, ilim, ha­yat ve ta­rih gerçekleri karşısında test edilebilmesi bakımından belgeler hayli önem taşırlar.



Günümüzde tartışma ortamına getirilmiş olan râbıtaya da işte böyle bir test uygulamak gerekmektedir ve elbette ki bunun için belgelere büyük bir ge­reksinim vardır. Bu münasebetle hemen ifade edelim ki râbıtayı en ufak bir ayrıntı olarak işlemiş bulunanlara varıncaya kadar konu ile ilgili mevcut ya­zılı malzemelerin elde edilmesinde oldukça gayret sarf edilmiş ve çoğu sağ­lanmıştır.



 Râbıtanın geçmişini araştırırken özellikle onun İslâm'a ait olup olmadı­ğını tesbit etmek bakımından bu yazı çizilerin çok yönlü ve dikkatle ince­len­mesi, sanırız küçümsenemeyecek sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Fakat (bunların tümü, râbıtanın son şeklini aldığı yakın geçmişte düzenlendikleri için) insa­nın dikkati ister istemez Nakşibendî Tarîkatı'nın (eğer varsa) eski geç­mişine iliş­kin vesikalara yönelmektedir. Çünkü bu tarîkatın tarihi akı­şını ve bu akış içinde râbıtanın nasıl peydahlandığını (yalnızca râbıtayı konu almış olan yazılı malzemeler değil), bununla birlikte Nakşîliğin genel an­lamda varlığını, felse­fesini ve amaçlarını ortaya koyan başka metinlerin yardımıyla ancak tesbit etmek mümkündür.



Yani daha öz bir ifade ile râbıtayı -yazılı belgelere dayanarak- Nakşibendîliğin bütünlüğü içinde incelemek gerekir. Nitekim râbıta anlayı­şı­nın çok eskiden beri Nakşilik doktrini içinde var olup olmadığı, hatta Nakşîliğin kendisinin bile ortaya çıktığı günden şimdiye kadar ne gibi deği­şik­liklere uğradığı, bu suretle de İslâm'dan ne derece uzaklaştığı ancak bu şekilde saptanabilir.



Bu konudaki belgeler hakkında iz sürerken yine Kasım Kurfralı'ya ait bir ipucu dikkatimizi çekmektedir.



Kufralı diyor ki: «Abdulhâlik Gucduvânî[36] zamanından itibaren Harizm'e kadar yayılan bu tarîkat, Bahâuddîn Nakşibend tarafından esaslı ka­ideler halinde tedvîn ve üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek merkezi Buhâra'da olmak üzere genişletildi.»



 Yukarıdaki anlatım içinde geçen üç sözcük, konumuza ışık tutması ba­kı­mından çok önemlidir.



Birincisi, «Tedvîn» kelimesidir ki: Kaleme almak, yazmak demektir. Ancak tasavvufçulara ait belgelerin, belli kurallara uyulmadan kaleme alındığını özellikle burada belirtmek gerekir.



Mistik kanâatlere sahip bazı araştırmacılar, tarafsızlıklarını koruyama­dıkları için tasavvufçuları, bu tutumlarında da mazur görmektedirler. Onlara göre sûfîler, zaten maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar. Onlar için objeler ve boyutlar önemli değil­dir; Dolayısıyla sûfîlerin bıraktığı belgelerde yer, tarih, kronoloji, hatta kay­nak bile aranmamalıdır (!)



Bu görüş, duygusal kimseleri belki tatmin etse bile aslında ikna edici hiç bir yanı yoktur. Çünkü madem ki tasavvufçular da ellerine kalem ve kağıt alıyor, yani objeleri kullanarak, inançlarını ve felsefelerini aynen başkaları gibi yazmaya çalışıyor, hatta bunları da belli başlıklar altında, belli sıralarla yazmaya çalışıyorlar, onları hemen her saniye «Allah aşkıyla sarhoş» san­mak, ya da onlar hakkında: «maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar.» demek, duygusallıktan ya da şartlanmış­lıktan başka bir şey değildir.



Şu var ki tasavvufçuların kaleme aldığı belgelerdeki sistemsizlik, on­lara ait gerçeklerin saptanmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Ama bir bakıma on­ların kişilik ve bilgiden, ilim ve irfandan ne kadar nasip aldıklarını da ortaya sermektedir.



Yukarıdaki metinde bulunan ikinci önemli sözcük, «Üveysîlik»'tir. Bu terimle, Nakşîlikte çok önemli bir inanç ve an­layış biçimi ifade edilir.



Üveysîlik: Bir tarîkat şeyhinin, (yaşamakta olduğu çağdan çok önceleri) ölmüş tarîkat rûhânîlerinden biriyle buluşarak, görüşerek(?) onun bilgile­rin­den yararlanması inancıdır. Bu iki kişi arasındaki zaman farkı bazen yüzyıl­larla ifade edilebilir.



Örneğin bu tarîkatın kurucusu olan Şah-ı Nakşibend (Öl. M. 1389)'in, ken­disinden iki yüz yıl önce ölmüş olan Abdulkhâlıq Gonjduwânî ile görüş­tüğü ve O'ndan mezun olduğu ileri sürülmektedir.  



Üçüncüsü ise, «Genişletildi» kelimesidir ki bununla tarîkatın, yukarıda söz konusu edilen iki yüz yıllık süre içinde «Esaslı kaideler halinde» kaleme alın­dığı ve «Üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek» genişletildiği anlatıl­makta­dır. İfade gâyet açıktır ve Nakşibendî Tarîkatı'nın içeriğini, niteliğini, karakte­rini ve felsefesini âdetâ özetlemektedir.



Öyle ise yetkili ve entelektüel bir Nakşibendî şeyhi olan Kufralı'nın bu sözlerine dayanarak rahatça diyebiliriz ki:



Nakşibendî Tarîkatı'nın kuralları mîlâdî 1179 yılında ölen Abdulkhâlıq Gonjduwânî'den sonra iki yüz yıl boyunca yazıla yazıla oluşturulmuş ve ge­niş­letilmiştir. Bu yapılırken de kaynak olarak «Üveysîlik» yolları kullanıl­mıştır. Yani diriler yüzyıllar önceki ölülere danışa danışa, onlarla buluşup bir araya gelerek, onlardan fiili bir şekilde ders alarak kazandıkları bilgiler sayesinde bu belgeleri meydana getirmişlerdir (!)



Görüldüğü üzere onlara ait belgelerle kanıtlandığı gibi Nakşibendî Tarîkatı işte bu şekilde meydana geldiğine göre onun kurallarından biri olan râbıtanın Kur'ânî bir kaynağa dayanılarak konmuş olabileceği ihtimali üze­rinde artık fazla bir şey söylemeğe değmez.



Sırf râbıta konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış belgelere gelince bun­lar sayı olarak çok azdır. Bu belgeler hakkındaki üç tesbit çok önemlidir.



Birincisi, bunların yakın tarihte düzenlenmiş olmasıdır;



İkincisi, bu kitapçıkların tamamının sekiz taneden ibaret olmasıdır;



Üçüncüsü ise, bunların hepsinin de Nakşibendîliğin Hâlidiyye kolu'na bağlı kimseler tarafından yazılmış olmasıdır.



Bilindiği üzere tasavvuf, asırlardır işlendiği için bu akımın gerek le­hinde, gerekse aleyhinde birçok kitaplar yazılmış, mistik inanış ve felsefe­lere dayalı tarîkatlar hakkında çeşitli inceleme ve araştırmalar yapılmıştır. Buna karşın yukarıda sözü edi­lenlerden başkaca, sırf râbıtayı konu alan ba­ğımsız herhangi bir yazılı belgeye rastlanmamıştır. Râbıtaya küçük bir ay­rıntı ola­rak yer veren ki­tapçıkların sayısı ise bunun ancak iki katı kadardır.



Bu konuda dikkati çeken en ilginç nokta ise sözü edilen kitapçıkların hep­sinin de râbıta lehinde kaleme alınmış olmalarıdır. İçerikleri, râbıtanın çeşitli tariflerine, kurallarına ve önemine ilişkindir. Bunların yanında râbı­taya karşı çıkabilecek kimselere yöneltilmiş sert uyarılar, saldırılar ve aşağı­lamalar var­dır.



Râbıta aleyhinde ise Türkiye’de bir iki makaleden başka şimdiye kadar yazılmış he­men hiç bir belge yoktur. Üstelik râbıtaya karşı çıkmış olan­la­rın hiç birinin de bugüne dek kim olduğu açıklanmamış olmasına rağmen onlara karşı en ağır suçla­maları ve tehditleri, Nakşibendîlere ait kitapçıklarda bulmak mümkündür. Râbıtaya karşı, daha çok Türkiye dışında –Özellikle Hindistan’da ve Irak’ta- kullanılmış ifadeler vardır. Bunları içeren belgeler, ileride yeri gelince incelenecektir. 



Nakşibendîlerce kaleme alınan ve konu olarak yalnızca râbıtayı işleyen belgelerin ilki, Halid Bağdâdî'ye atfedilen bir mektuptur.



Yukarıdaki verilerden ise râbıtanın çok yeni bir mesele olduğunu kanıt­la­yan şu iki sonucu çıkarmak mümkündür:



1. Râbıtayı ilk kez bağımsız bir konu olarak işleyen belgenin, (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere) mîlâdî 1778-1826 yılları arasında ya­şamış olan Halid Bağdâdî tarafından kaleme alınmış olması, bu mesele­nin ne kadar yeni olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da netice itiba­riyle tasavvufun, İslâm'dan uzaklaşan bir ibâdet anlayışı ve şekli olarak ta­rihin akışı içinde na­sıl gitgide farklı içerikler kazandığını ve evrime uğradı­ğını; buna süreklilik kazandıran rûhâniler sınıfının da, mistik anlayışlarına her devirde nasıl yeni biçimler verdiklerini güçlü bir şekilde kanıtlamakta­dır.



Nitekim ilk defa mîlâdî 1550'lerde sade bir sözcük olarak tarîkat literatü­rüne giren râbıta, XIX. yüzyılın ortalarında Nakşibendîliğin en önemli ku­ralı haline getirilmiştir.



2. İletişimin ve eğitimin çağımızda hızlanmasıyla birlikte Müslümanlar ara­sında yaşanan uyanışın doğal sonucu olarak râbıta ve benzeri yabancı inanış ve düşünceler sıkça gündeme getirilmekte ve cesaretle sorgulanmak­tadır. Bu gelişme yenidir ve anlamı şudur: Hurâfeler, bâtıl ve yabancı ina­nışlar, son birkaç yüzyıldır Müslümanlar arasında yaşa­nan kopuk­luğun ve kaybolan oto kontrolün yarattığı boşlukta ve belli çevre­lerde ancak tu­tuna­bilmiştir. Çünkü eğer bazı kimseler, râbıtayı çok daha eski ta­rih­lerde ortaya atma cesaretini gösterselerdi, kesinlikle İslâm âlim­lerini ve onları des­tekle­yen toplumun zinde ke­simlerini karşıla­rında bu­lur­lardı. Yaşadığımız şu günlerde her türlü perişanlığa ve kü­für dünyasının amansız saldırılarına rağmen dünya Müslümanlarının genç, aydın ve bi­linçli toplulukları, birbir­le­riyle yeniden iletişimi sağlamış bulunmaktadır­. İşte bunun hayırlı sonuç­la­rından biri de râbıtanın sorgu­lanmaya baş­lanma­sıdır. Bu ise hiç kuşkusuz râ­bıtanın, yakın geçmişte yaşa­nan karanlık dö­nemin ürünlerinden oldu­ğunu kanıtlamaktadır.



Aslında karanlık dönem olarak nitelediğimiz yakın geçmişte de râbıtaya karşı çıkmış birçok kimselerin bulunduğunu, bu inanış tarzını propaganda eden kitapçıklardan bizzat öğreniyoruz. Çünkü bu kitapçıkları çizik­leyenle­rin her biri, râbıtaya karşı çıktığı anlaşılan birilerine ateş püskürmek­tedir. Fakat bu kişilerin genellikle kim oldukları, neler söyledikleri ve ne gibi bir akıbete uğradıkları açıklan­ma­maktadır. Bundan da, yakın geçmişte egemen Nakşibendî topluluklarına karşı direnmiş olan Müslümanların, ne gibi so­nuçlarla karşılaşmış oldukları az çok hisse­dilmektedir!



Bilindiği üzere araştırma ruhu, İslâm Dünyası'nda yüzyıllar öncesinden beri sönmüş, ilmi hayat gerileyerek son yirmi otuz yıl öncesine kadar durma nok­tasına gelmiştir. Dolayısıyla râbıta, iki yüz yıllık bir mesele olma­sına rağmen birçok yanlışlık ve hurâfenin yanında, işte bu ölü dönemde vicdanlara sızmış ve yayılma imkanını bulmuştur. Kur'ânî düşünce çizgi­sinden sapma eğilimle­rini önleyebilecek kudretli âlimlerin maalesef yok­luğu yü­zünden bu dö­nemde meydana gelen boşluk, tarîkat rûhânîleri tara­fından doldurulduğu için de râbıtayı ve benzeri şirk sızıntılarını fark edebi­le­cek, on­ları ayıklayıp temizle­yebilecek ve toplumu bu noktalarda aydınla­tıp bilinç­lendirebilecek ilim ve di­râyet sahibi kimseler pek az yetişmiştir. Bunlar da Müslümanların başına daha çok İslâm yurdunun dışından gelen emperya­list tehlikelere karşı müca­dele verdiklerinden, içeride olup biten ikinci de­recedeki gâilelere zaman ayı­ramamışlardır. Buna rağmen bazı âlimler, tasavvufun, İslâm'a başka din ve felsefelerden taşıdığı inanışlara karşı da zaman zaman mücadele etmek iste­mişler, ancak bu şahsiyetler, yö­netim­lerin daima deste­ğini alabilmiş olan tarîkatçıların saldırı­larına uğra­mış ve susturulmuşlardır!



Yaşadığımız şu günlerde ise İslâmî ilimlerle uğraşanlar, belki bazı nedenlerle bu olayı henüz ciddiye almış gibi gözükmemektedirler. Çünkü râbıta sadece Türkiye'deki aktif Nakşibendî cemaatlerinin, yönlendirici üst kümeleri ara­sında canlı bir mesele olarak gündemdedir. Bunların dışında, gerek Nakşî topluluklarının cahil tabanı arasında, gerekse Müslümanımsı dindarlar ara­sında pek bilinen bir konu değildir. Bununla birlikte Türkler İslâm'ı «Müslümanlık» adı altında ve «Nakşibendîlik» modeli içinde yaşadıkla­rın­dan, örneğin İslâm Konferansı Teşkilatı, Yüksek Fıkıh Konseyi gibi dünya Müslümanlarını temsil etme mevkiinde kendini gören kuruluşlar, belki de Müslümanların, birlik ve beraberliğe her zamandan çok daha muhtaç ol­duğu bu duyarlı dönemde Türklerin rahatsız olabileceği endişesiyle râbıta gibi ko­nular üze­rinde durmamaktadır.



İşte bütün bu sebeplerden dolayı birkaç makaleden başka râbıtayı şim­diye kadar ele almış, onu inceleyip Kur'ân ve sünnetin süzgecinden geçire­rek Müslümanlara sunmuş ciddi bir çalışmaya rastlayamıyoruz.



Şimdi ise bu boşluğu bir nebze doldurabilir umuduyla yıllar boyu harcanan yoğun çabaların ürünü olarak elde edilmiş çeşitli malzemeler -aşağıda görü­le­ceği üzere- Kur'ân ve Sünnet'in hakemliğinde, ilim ve akıl divanında ortaya konacaktır.



Râbıta konusunda şimdiye kadar yazılıp çizilmiş irili ufaklı ne varsa ço­ğunun ve özellikle en önemlilerinin oluşturduğu aşağıdaki belgeleri üç şe­kilde sınıflandırmak mümkündür. 



A) Sırf râbıtayı konu alan risâleler;



B) Râbıtayı bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan  kitaplar, ya da kitapçıklar;                          



C) Râbıtaya karşı yazılmış makaleler, ya da kullanılmış müteferrik ifadeler.



Bu yazılı malzemelerle ilgili sınıflandırılmış bilgiler ise şöyledir: