Râbıtayı Konu Alan Yazılı Belgeler
Geçmişe ait inanç ve düşünceleri geleceğe yansıtan en önemli araçlar kuşkusuz yazılı belgelerdir. Özellikle, bir zamanlar ortaya atılmış olan herhangi bir anlayış tarzının, bir dâvâ, bir inanç, bir ideoloji ya da felsefî bir tezin, ilim, hayat ve tarih gerçekleri karşısında test edilebilmesi bakımından belgeler hayli önem taşırlar.
Günümüzde tartışma ortamına getirilmiş olan râbıtaya da işte böyle bir test uygulamak gerekmektedir ve elbette ki bunun için belgelere büyük bir gereksinim vardır. Bu münasebetle hemen ifade edelim ki râbıtayı en ufak bir ayrıntı olarak işlemiş bulunanlara varıncaya kadar konu ile ilgili mevcut yazılı malzemelerin elde edilmesinde oldukça gayret sarf edilmiş ve çoğu sağlanmıştır.
Râbıtanın geçmişini araştırırken özellikle onun İslâm'a ait olup olmadığını tesbit etmek bakımından bu yazı çizilerin çok yönlü ve dikkatle incelenmesi, sanırız küçümsenemeyecek sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Fakat (bunların tümü, râbıtanın son şeklini aldığı yakın geçmişte düzenlendikleri için) insanın dikkati ister istemez Nakşibendî Tarîkatı'nın (eğer varsa) eski geçmişine ilişkin vesikalara yönelmektedir. Çünkü bu tarîkatın tarihi akışını ve bu akış içinde râbıtanın nasıl peydahlandığını (yalnızca râbıtayı konu almış olan yazılı malzemeler değil), bununla birlikte Nakşîliğin genel anlamda varlığını, felsefesini ve amaçlarını ortaya koyan başka metinlerin yardımıyla ancak tesbit etmek mümkündür.
Yani daha öz bir ifade ile râbıtayı -yazılı belgelere dayanarak- Nakşibendîliğin bütünlüğü içinde incelemek gerekir. Nitekim râbıta anlayışının çok eskiden beri Nakşilik doktrini içinde var olup olmadığı, hatta Nakşîliğin kendisinin bile ortaya çıktığı günden şimdiye kadar ne gibi değişikliklere uğradığı, bu suretle de İslâm'dan ne derece uzaklaştığı ancak bu şekilde saptanabilir.
Bu konudaki belgeler hakkında iz sürerken yine Kasım Kurfralı'ya ait bir ipucu dikkatimizi çekmektedir.
Kufralı diyor ki: «Abdulhâlik Gucduvânî[36] zamanından itibaren Harizm'e kadar yayılan bu tarîkat, Bahâuddîn Nakşibend tarafından esaslı kaideler halinde tedvîn ve üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek merkezi Buhâra'da olmak üzere genişletildi.»
Yukarıdaki anlatım içinde geçen üç sözcük, konumuza ışık tutması bakımından çok önemlidir.
Birincisi, «Tedvîn» kelimesidir ki: Kaleme almak, yazmak demektir. Ancak tasavvufçulara ait belgelerin, belli kurallara uyulmadan kaleme alındığını özellikle burada belirtmek gerekir.
Mistik kanâatlere sahip bazı araştırmacılar, tarafsızlıklarını koruyamadıkları için tasavvufçuları, bu tutumlarında da mazur görmektedirler. Onlara göre sûfîler, zaten maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar. Onlar için objeler ve boyutlar önemli değildir; Dolayısıyla sûfîlerin bıraktığı belgelerde yer, tarih, kronoloji, hatta kaynak bile aranmamalıdır (!)
Bu görüş, duygusal kimseleri belki tatmin etse bile aslında ikna edici hiç bir yanı yoktur. Çünkü madem ki tasavvufçular da ellerine kalem ve kağıt alıyor, yani objeleri kullanarak, inançlarını ve felsefelerini aynen başkaları gibi yazmaya çalışıyor, hatta bunları da belli başlıklar altında, belli sıralarla yazmaya çalışıyorlar, onları hemen her saniye «Allah aşkıyla sarhoş» sanmak, ya da onlar hakkında: «maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar.» demek, duygusallıktan ya da şartlanmışlıktan başka bir şey değildir.
Şu var ki tasavvufçuların kaleme aldığı belgelerdeki sistemsizlik, onlara ait gerçeklerin saptanmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Ama bir bakıma onların kişilik ve bilgiden, ilim ve irfandan ne kadar nasip aldıklarını da ortaya sermektedir.
Yukarıdaki metinde bulunan ikinci önemli sözcük, «Üveysîlik»'tir. Bu terimle, Nakşîlikte çok önemli bir inanç ve anlayış biçimi ifade edilir.
Üveysîlik: Bir tarîkat şeyhinin, (yaşamakta olduğu çağdan çok önceleri) ölmüş tarîkat rûhânîlerinden biriyle buluşarak, görüşerek(?) onun bilgilerinden yararlanması inancıdır. Bu iki kişi arasındaki zaman farkı bazen yüzyıllarla ifade edilebilir.
Örneğin bu tarîkatın kurucusu olan Şah-ı Nakşibend (Öl. M. 1389)'in, kendisinden iki yüz yıl önce ölmüş olan Abdulkhâlıq Gonjduwânî ile görüştüğü ve O'ndan mezun olduğu ileri sürülmektedir.
Üçüncüsü ise, «Genişletildi» kelimesidir ki bununla tarîkatın, yukarıda söz konusu edilen iki yüz yıllık süre içinde «Esaslı kaideler halinde» kaleme alındığı ve «Üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek» genişletildiği anlatılmaktadır. İfade gâyet açıktır ve Nakşibendî Tarîkatı'nın içeriğini, niteliğini, karakterini ve felsefesini âdetâ özetlemektedir.
Öyle ise yetkili ve entelektüel bir Nakşibendî şeyhi olan Kufralı'nın bu sözlerine dayanarak rahatça diyebiliriz ki:
Nakşibendî Tarîkatı'nın kuralları mîlâdî 1179 yılında ölen Abdulkhâlıq Gonjduwânî'den sonra iki yüz yıl boyunca yazıla yazıla oluşturulmuş ve genişletilmiştir. Bu yapılırken de kaynak olarak «Üveysîlik» yolları kullanılmıştır. Yani diriler yüzyıllar önceki ölülere danışa danışa, onlarla buluşup bir araya gelerek, onlardan fiili bir şekilde ders alarak kazandıkları bilgiler sayesinde bu belgeleri meydana getirmişlerdir (!)
Görüldüğü üzere onlara ait belgelerle kanıtlandığı gibi Nakşibendî Tarîkatı işte bu şekilde meydana geldiğine göre onun kurallarından biri olan râbıtanın Kur'ânî bir kaynağa dayanılarak konmuş olabileceği ihtimali üzerinde artık fazla bir şey söylemeğe değmez.
Sırf râbıta konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış belgelere gelince bunlar sayı olarak çok azdır. Bu belgeler hakkındaki üç tesbit çok önemlidir.
Birincisi, bunların yakın tarihte düzenlenmiş olmasıdır;
İkincisi, bu kitapçıkların tamamının sekiz taneden ibaret olmasıdır;
Üçüncüsü ise, bunların hepsinin de Nakşibendîliğin Hâlidiyye kolu'na bağlı kimseler tarafından yazılmış olmasıdır.
Bilindiği üzere tasavvuf, asırlardır işlendiği için bu akımın gerek lehinde, gerekse aleyhinde birçok kitaplar yazılmış, mistik inanış ve felsefelere dayalı tarîkatlar hakkında çeşitli inceleme ve araştırmalar yapılmıştır. Buna karşın yukarıda sözü edilenlerden başkaca, sırf râbıtayı konu alan bağımsız herhangi bir yazılı belgeye rastlanmamıştır. Râbıtaya küçük bir ayrıntı olarak yer veren kitapçıkların sayısı ise bunun ancak iki katı kadardır.
Bu konuda dikkati çeken en ilginç nokta ise sözü edilen kitapçıkların hepsinin de râbıta lehinde kaleme alınmış olmalarıdır. İçerikleri, râbıtanın çeşitli tariflerine, kurallarına ve önemine ilişkindir. Bunların yanında râbıtaya karşı çıkabilecek kimselere yöneltilmiş sert uyarılar, saldırılar ve aşağılamalar vardır.
Râbıta aleyhinde ise Türkiyede bir iki makaleden başka şimdiye kadar yazılmış hemen hiç bir belge yoktur. Üstelik râbıtaya karşı çıkmış olanların hiç birinin de bugüne dek kim olduğu açıklanmamış olmasına rağmen onlara karşı en ağır suçlamaları ve tehditleri, Nakşibendîlere ait kitapçıklarda bulmak mümkündür. Râbıtaya karşı, daha çok Türkiye dışında Özellikle Hindistanda ve Irakta- kullanılmış ifadeler vardır. Bunları içeren belgeler, ileride yeri gelince incelenecektir.
Nakşibendîlerce kaleme alınan ve konu olarak yalnızca râbıtayı işleyen belgelerin ilki, Halid Bağdâdî'ye atfedilen bir mektuptur.
Yukarıdaki verilerden ise râbıtanın çok yeni bir mesele olduğunu kanıtlayan şu iki sonucu çıkarmak mümkündür:
1. Râbıtayı ilk kez bağımsız bir konu olarak işleyen belgenin, (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere) mîlâdî 1778-1826 yılları arasında yaşamış olan Halid Bağdâdî tarafından kaleme alınmış olması, bu meselenin ne kadar yeni olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da netice itibariyle tasavvufun, İslâm'dan uzaklaşan bir ibâdet anlayışı ve şekli olarak tarihin akışı içinde nasıl gitgide farklı içerikler kazandığını ve evrime uğradığını; buna süreklilik kazandıran rûhâniler sınıfının da, mistik anlayışlarına her devirde nasıl yeni biçimler verdiklerini güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır.
Nitekim ilk defa mîlâdî 1550'lerde sade bir sözcük olarak tarîkat literatürüne giren râbıta, XIX. yüzyılın ortalarında Nakşibendîliğin en önemli kuralı haline getirilmiştir.
2. İletişimin ve eğitimin çağımızda hızlanmasıyla birlikte Müslümanlar arasında yaşanan uyanışın doğal sonucu olarak râbıta ve benzeri yabancı inanış ve düşünceler sıkça gündeme getirilmekte ve cesaretle sorgulanmaktadır. Bu gelişme yenidir ve anlamı şudur: Hurâfeler, bâtıl ve yabancı inanışlar, son birkaç yüzyıldır Müslümanlar arasında yaşanan kopukluğun ve kaybolan oto kontrolün yarattığı boşlukta ve belli çevrelerde ancak tutunabilmiştir. Çünkü eğer bazı kimseler, râbıtayı çok daha eski tarihlerde ortaya atma cesaretini gösterselerdi, kesinlikle İslâm âlimlerini ve onları destekleyen toplumun zinde kesimlerini karşılarında bulurlardı. Yaşadığımız şu günlerde her türlü perişanlığa ve küfür dünyasının amansız saldırılarına rağmen dünya Müslümanlarının genç, aydın ve bilinçli toplulukları, birbirleriyle yeniden iletişimi sağlamış bulunmaktadır. İşte bunun hayırlı sonuçlarından biri de râbıtanın sorgulanmaya başlanmasıdır. Bu ise hiç kuşkusuz râbıtanın, yakın geçmişte yaşanan karanlık dönemin ürünlerinden olduğunu kanıtlamaktadır.
Aslında karanlık dönem olarak nitelediğimiz yakın geçmişte de râbıtaya karşı çıkmış birçok kimselerin bulunduğunu, bu inanış tarzını propaganda eden kitapçıklardan bizzat öğreniyoruz. Çünkü bu kitapçıkları çizikleyenlerin her biri, râbıtaya karşı çıktığı anlaşılan birilerine ateş püskürmektedir. Fakat bu kişilerin genellikle kim oldukları, neler söyledikleri ve ne gibi bir akıbete uğradıkları açıklanmamaktadır. Bundan da, yakın geçmişte egemen Nakşibendî topluluklarına karşı direnmiş olan Müslümanların, ne gibi sonuçlarla karşılaşmış oldukları az çok hissedilmektedir!
Bilindiği üzere araştırma ruhu, İslâm Dünyası'nda yüzyıllar öncesinden beri sönmüş, ilmi hayat gerileyerek son yirmi otuz yıl öncesine kadar durma noktasına gelmiştir. Dolayısıyla râbıta, iki yüz yıllık bir mesele olmasına rağmen birçok yanlışlık ve hurâfenin yanında, işte bu ölü dönemde vicdanlara sızmış ve yayılma imkanını bulmuştur. Kur'ânî düşünce çizgisinden sapma eğilimlerini önleyebilecek kudretli âlimlerin maalesef yokluğu yüzünden bu dönemde meydana gelen boşluk, tarîkat rûhânîleri tarafından doldurulduğu için de râbıtayı ve benzeri şirk sızıntılarını fark edebilecek, onları ayıklayıp temizleyebilecek ve toplumu bu noktalarda aydınlatıp bilinçlendirebilecek ilim ve dirâyet sahibi kimseler pek az yetişmiştir. Bunlar da Müslümanların başına daha çok İslâm yurdunun dışından gelen emperyalist tehlikelere karşı mücadele verdiklerinden, içeride olup biten ikinci derecedeki gâilelere zaman ayıramamışlardır. Buna rağmen bazı âlimler, tasavvufun, İslâm'a başka din ve felsefelerden taşıdığı inanışlara karşı da zaman zaman mücadele etmek istemişler, ancak bu şahsiyetler, yönetimlerin daima desteğini alabilmiş olan tarîkatçıların saldırılarına uğramış ve susturulmuşlardır!
Yaşadığımız şu günlerde ise İslâmî ilimlerle uğraşanlar, belki bazı nedenlerle bu olayı henüz ciddiye almış gibi gözükmemektedirler. Çünkü râbıta sadece Türkiye'deki aktif Nakşibendî cemaatlerinin, yönlendirici üst kümeleri arasında canlı bir mesele olarak gündemdedir. Bunların dışında, gerek Nakşî topluluklarının cahil tabanı arasında, gerekse Müslümanımsı dindarlar arasında pek bilinen bir konu değildir. Bununla birlikte Türkler İslâm'ı «Müslümanlık» adı altında ve «Nakşibendîlik» modeli içinde yaşadıklarından, örneğin İslâm Konferansı Teşkilatı, Yüksek Fıkıh Konseyi gibi dünya Müslümanlarını temsil etme mevkiinde kendini gören kuruluşlar, belki de Müslümanların, birlik ve beraberliğe her zamandan çok daha muhtaç olduğu bu duyarlı dönemde Türklerin rahatsız olabileceği endişesiyle râbıta gibi konular üzerinde durmamaktadır.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı birkaç makaleden başka râbıtayı şimdiye kadar ele almış, onu inceleyip Kur'ân ve sünnetin süzgecinden geçirerek Müslümanlara sunmuş ciddi bir çalışmaya rastlayamıyoruz.
Şimdi ise bu boşluğu bir nebze doldurabilir umuduyla yıllar boyu harcanan yoğun çabaların ürünü olarak elde edilmiş çeşitli malzemeler -aşağıda görüleceği üzere- Kur'ân ve Sünnet'in hakemliğinde, ilim ve akıl divanında ortaya konacaktır.
Râbıta konusunda şimdiye kadar yazılıp çizilmiş irili ufaklı ne varsa çoğunun ve özellikle en önemlilerinin oluşturduğu aşağıdaki belgeleri üç şekilde sınıflandırmak mümkündür.
A) Sırf râbıtayı konu alan risâleler;
B) Râbıtayı bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan kitaplar, ya da kitapçıklar;
C) Râbıtaya karşı yazılmış makaleler, ya da kullanılmış müteferrik ifadeler.
Bu yazılı malzemelerle ilgili sınıflandırılmış bilgiler ise şöyledir:
Günümüzde tartışma ortamına getirilmiş olan râbıtaya da işte böyle bir test uygulamak gerekmektedir ve elbette ki bunun için belgelere büyük bir gereksinim vardır. Bu münasebetle hemen ifade edelim ki râbıtayı en ufak bir ayrıntı olarak işlemiş bulunanlara varıncaya kadar konu ile ilgili mevcut yazılı malzemelerin elde edilmesinde oldukça gayret sarf edilmiş ve çoğu sağlanmıştır.
Râbıtanın geçmişini araştırırken özellikle onun İslâm'a ait olup olmadığını tesbit etmek bakımından bu yazı çizilerin çok yönlü ve dikkatle incelenmesi, sanırız küçümsenemeyecek sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Fakat (bunların tümü, râbıtanın son şeklini aldığı yakın geçmişte düzenlendikleri için) insanın dikkati ister istemez Nakşibendî Tarîkatı'nın (eğer varsa) eski geçmişine ilişkin vesikalara yönelmektedir. Çünkü bu tarîkatın tarihi akışını ve bu akış içinde râbıtanın nasıl peydahlandığını (yalnızca râbıtayı konu almış olan yazılı malzemeler değil), bununla birlikte Nakşîliğin genel anlamda varlığını, felsefesini ve amaçlarını ortaya koyan başka metinlerin yardımıyla ancak tesbit etmek mümkündür.
Yani daha öz bir ifade ile râbıtayı -yazılı belgelere dayanarak- Nakşibendîliğin bütünlüğü içinde incelemek gerekir. Nitekim râbıta anlayışının çok eskiden beri Nakşilik doktrini içinde var olup olmadığı, hatta Nakşîliğin kendisinin bile ortaya çıktığı günden şimdiye kadar ne gibi değişikliklere uğradığı, bu suretle de İslâm'dan ne derece uzaklaştığı ancak bu şekilde saptanabilir.
Bu konudaki belgeler hakkında iz sürerken yine Kasım Kurfralı'ya ait bir ipucu dikkatimizi çekmektedir.
Kufralı diyor ki: «Abdulhâlik Gucduvânî[36] zamanından itibaren Harizm'e kadar yayılan bu tarîkat, Bahâuddîn Nakşibend tarafından esaslı kaideler halinde tedvîn ve üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek merkezi Buhâra'da olmak üzere genişletildi.»
Yukarıdaki anlatım içinde geçen üç sözcük, konumuza ışık tutması bakımından çok önemlidir.
Birincisi, «Tedvîn» kelimesidir ki: Kaleme almak, yazmak demektir. Ancak tasavvufçulara ait belgelerin, belli kurallara uyulmadan kaleme alındığını özellikle burada belirtmek gerekir.
Mistik kanâatlere sahip bazı araştırmacılar, tarafsızlıklarını koruyamadıkları için tasavvufçuları, bu tutumlarında da mazur görmektedirler. Onlara göre sûfîler, zaten maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar. Onlar için objeler ve boyutlar önemli değildir; Dolayısıyla sûfîlerin bıraktığı belgelerde yer, tarih, kronoloji, hatta kaynak bile aranmamalıdır (!)
Bu görüş, duygusal kimseleri belki tatmin etse bile aslında ikna edici hiç bir yanı yoktur. Çünkü madem ki tasavvufçular da ellerine kalem ve kağıt alıyor, yani objeleri kullanarak, inançlarını ve felsefelerini aynen başkaları gibi yazmaya çalışıyor, hatta bunları da belli başlıklar altında, belli sıralarla yazmaya çalışıyorlar, onları hemen her saniye «Allah aşkıyla sarhoş» sanmak, ya da onlar hakkında: «maddi ölçülerle takdir edilemeyecek bir zevk ve duygu âlemi içinde yüzüyorlar.» demek, duygusallıktan ya da şartlanmışlıktan başka bir şey değildir.
Şu var ki tasavvufçuların kaleme aldığı belgelerdeki sistemsizlik, onlara ait gerçeklerin saptanmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Ama bir bakıma onların kişilik ve bilgiden, ilim ve irfandan ne kadar nasip aldıklarını da ortaya sermektedir.
Yukarıdaki metinde bulunan ikinci önemli sözcük, «Üveysîlik»'tir. Bu terimle, Nakşîlikte çok önemli bir inanç ve anlayış biçimi ifade edilir.
Üveysîlik: Bir tarîkat şeyhinin, (yaşamakta olduğu çağdan çok önceleri) ölmüş tarîkat rûhânîlerinden biriyle buluşarak, görüşerek(?) onun bilgilerinden yararlanması inancıdır. Bu iki kişi arasındaki zaman farkı bazen yüzyıllarla ifade edilebilir.
Örneğin bu tarîkatın kurucusu olan Şah-ı Nakşibend (Öl. M. 1389)'in, kendisinden iki yüz yıl önce ölmüş olan Abdulkhâlıq Gonjduwânî ile görüştüğü ve O'ndan mezun olduğu ileri sürülmektedir.
Üçüncüsü ise, «Genişletildi» kelimesidir ki bununla tarîkatın, yukarıda söz konusu edilen iki yüz yıllık süre içinde «Esaslı kaideler halinde» kaleme alındığı ve «Üveysîlik düsturlarıyla tahkim edilerek» genişletildiği anlatılmaktadır. İfade gâyet açıktır ve Nakşibendî Tarîkatı'nın içeriğini, niteliğini, karakterini ve felsefesini âdetâ özetlemektedir.
Öyle ise yetkili ve entelektüel bir Nakşibendî şeyhi olan Kufralı'nın bu sözlerine dayanarak rahatça diyebiliriz ki:
Nakşibendî Tarîkatı'nın kuralları mîlâdî 1179 yılında ölen Abdulkhâlıq Gonjduwânî'den sonra iki yüz yıl boyunca yazıla yazıla oluşturulmuş ve genişletilmiştir. Bu yapılırken de kaynak olarak «Üveysîlik» yolları kullanılmıştır. Yani diriler yüzyıllar önceki ölülere danışa danışa, onlarla buluşup bir araya gelerek, onlardan fiili bir şekilde ders alarak kazandıkları bilgiler sayesinde bu belgeleri meydana getirmişlerdir (!)
Görüldüğü üzere onlara ait belgelerle kanıtlandığı gibi Nakşibendî Tarîkatı işte bu şekilde meydana geldiğine göre onun kurallarından biri olan râbıtanın Kur'ânî bir kaynağa dayanılarak konmuş olabileceği ihtimali üzerinde artık fazla bir şey söylemeğe değmez.
Sırf râbıta konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış belgelere gelince bunlar sayı olarak çok azdır. Bu belgeler hakkındaki üç tesbit çok önemlidir.
Birincisi, bunların yakın tarihte düzenlenmiş olmasıdır;
İkincisi, bu kitapçıkların tamamının sekiz taneden ibaret olmasıdır;
Üçüncüsü ise, bunların hepsinin de Nakşibendîliğin Hâlidiyye kolu'na bağlı kimseler tarafından yazılmış olmasıdır.
Bilindiği üzere tasavvuf, asırlardır işlendiği için bu akımın gerek lehinde, gerekse aleyhinde birçok kitaplar yazılmış, mistik inanış ve felsefelere dayalı tarîkatlar hakkında çeşitli inceleme ve araştırmalar yapılmıştır. Buna karşın yukarıda sözü edilenlerden başkaca, sırf râbıtayı konu alan bağımsız herhangi bir yazılı belgeye rastlanmamıştır. Râbıtaya küçük bir ayrıntı olarak yer veren kitapçıkların sayısı ise bunun ancak iki katı kadardır.
Bu konuda dikkati çeken en ilginç nokta ise sözü edilen kitapçıkların hepsinin de râbıta lehinde kaleme alınmış olmalarıdır. İçerikleri, râbıtanın çeşitli tariflerine, kurallarına ve önemine ilişkindir. Bunların yanında râbıtaya karşı çıkabilecek kimselere yöneltilmiş sert uyarılar, saldırılar ve aşağılamalar vardır.
Râbıta aleyhinde ise Türkiyede bir iki makaleden başka şimdiye kadar yazılmış hemen hiç bir belge yoktur. Üstelik râbıtaya karşı çıkmış olanların hiç birinin de bugüne dek kim olduğu açıklanmamış olmasına rağmen onlara karşı en ağır suçlamaları ve tehditleri, Nakşibendîlere ait kitapçıklarda bulmak mümkündür. Râbıtaya karşı, daha çok Türkiye dışında Özellikle Hindistanda ve Irakta- kullanılmış ifadeler vardır. Bunları içeren belgeler, ileride yeri gelince incelenecektir.
Nakşibendîlerce kaleme alınan ve konu olarak yalnızca râbıtayı işleyen belgelerin ilki, Halid Bağdâdî'ye atfedilen bir mektuptur.
Yukarıdaki verilerden ise râbıtanın çok yeni bir mesele olduğunu kanıtlayan şu iki sonucu çıkarmak mümkündür:
1. Râbıtayı ilk kez bağımsız bir konu olarak işleyen belgenin, (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere) mîlâdî 1778-1826 yılları arasında yaşamış olan Halid Bağdâdî tarafından kaleme alınmış olması, bu meselenin ne kadar yeni olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da netice itibariyle tasavvufun, İslâm'dan uzaklaşan bir ibâdet anlayışı ve şekli olarak tarihin akışı içinde nasıl gitgide farklı içerikler kazandığını ve evrime uğradığını; buna süreklilik kazandıran rûhâniler sınıfının da, mistik anlayışlarına her devirde nasıl yeni biçimler verdiklerini güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır.
Nitekim ilk defa mîlâdî 1550'lerde sade bir sözcük olarak tarîkat literatürüne giren râbıta, XIX. yüzyılın ortalarında Nakşibendîliğin en önemli kuralı haline getirilmiştir.
2. İletişimin ve eğitimin çağımızda hızlanmasıyla birlikte Müslümanlar arasında yaşanan uyanışın doğal sonucu olarak râbıta ve benzeri yabancı inanış ve düşünceler sıkça gündeme getirilmekte ve cesaretle sorgulanmaktadır. Bu gelişme yenidir ve anlamı şudur: Hurâfeler, bâtıl ve yabancı inanışlar, son birkaç yüzyıldır Müslümanlar arasında yaşanan kopukluğun ve kaybolan oto kontrolün yarattığı boşlukta ve belli çevrelerde ancak tutunabilmiştir. Çünkü eğer bazı kimseler, râbıtayı çok daha eski tarihlerde ortaya atma cesaretini gösterselerdi, kesinlikle İslâm âlimlerini ve onları destekleyen toplumun zinde kesimlerini karşılarında bulurlardı. Yaşadığımız şu günlerde her türlü perişanlığa ve küfür dünyasının amansız saldırılarına rağmen dünya Müslümanlarının genç, aydın ve bilinçli toplulukları, birbirleriyle yeniden iletişimi sağlamış bulunmaktadır. İşte bunun hayırlı sonuçlarından biri de râbıtanın sorgulanmaya başlanmasıdır. Bu ise hiç kuşkusuz râbıtanın, yakın geçmişte yaşanan karanlık dönemin ürünlerinden olduğunu kanıtlamaktadır.
Aslında karanlık dönem olarak nitelediğimiz yakın geçmişte de râbıtaya karşı çıkmış birçok kimselerin bulunduğunu, bu inanış tarzını propaganda eden kitapçıklardan bizzat öğreniyoruz. Çünkü bu kitapçıkları çizikleyenlerin her biri, râbıtaya karşı çıktığı anlaşılan birilerine ateş püskürmektedir. Fakat bu kişilerin genellikle kim oldukları, neler söyledikleri ve ne gibi bir akıbete uğradıkları açıklanmamaktadır. Bundan da, yakın geçmişte egemen Nakşibendî topluluklarına karşı direnmiş olan Müslümanların, ne gibi sonuçlarla karşılaşmış oldukları az çok hissedilmektedir!
Bilindiği üzere araştırma ruhu, İslâm Dünyası'nda yüzyıllar öncesinden beri sönmüş, ilmi hayat gerileyerek son yirmi otuz yıl öncesine kadar durma noktasına gelmiştir. Dolayısıyla râbıta, iki yüz yıllık bir mesele olmasına rağmen birçok yanlışlık ve hurâfenin yanında, işte bu ölü dönemde vicdanlara sızmış ve yayılma imkanını bulmuştur. Kur'ânî düşünce çizgisinden sapma eğilimlerini önleyebilecek kudretli âlimlerin maalesef yokluğu yüzünden bu dönemde meydana gelen boşluk, tarîkat rûhânîleri tarafından doldurulduğu için de râbıtayı ve benzeri şirk sızıntılarını fark edebilecek, onları ayıklayıp temizleyebilecek ve toplumu bu noktalarda aydınlatıp bilinçlendirebilecek ilim ve dirâyet sahibi kimseler pek az yetişmiştir. Bunlar da Müslümanların başına daha çok İslâm yurdunun dışından gelen emperyalist tehlikelere karşı mücadele verdiklerinden, içeride olup biten ikinci derecedeki gâilelere zaman ayıramamışlardır. Buna rağmen bazı âlimler, tasavvufun, İslâm'a başka din ve felsefelerden taşıdığı inanışlara karşı da zaman zaman mücadele etmek istemişler, ancak bu şahsiyetler, yönetimlerin daima desteğini alabilmiş olan tarîkatçıların saldırılarına uğramış ve susturulmuşlardır!
Yaşadığımız şu günlerde ise İslâmî ilimlerle uğraşanlar, belki bazı nedenlerle bu olayı henüz ciddiye almış gibi gözükmemektedirler. Çünkü râbıta sadece Türkiye'deki aktif Nakşibendî cemaatlerinin, yönlendirici üst kümeleri arasında canlı bir mesele olarak gündemdedir. Bunların dışında, gerek Nakşî topluluklarının cahil tabanı arasında, gerekse Müslümanımsı dindarlar arasında pek bilinen bir konu değildir. Bununla birlikte Türkler İslâm'ı «Müslümanlık» adı altında ve «Nakşibendîlik» modeli içinde yaşadıklarından, örneğin İslâm Konferansı Teşkilatı, Yüksek Fıkıh Konseyi gibi dünya Müslümanlarını temsil etme mevkiinde kendini gören kuruluşlar, belki de Müslümanların, birlik ve beraberliğe her zamandan çok daha muhtaç olduğu bu duyarlı dönemde Türklerin rahatsız olabileceği endişesiyle râbıta gibi konular üzerinde durmamaktadır.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı birkaç makaleden başka râbıtayı şimdiye kadar ele almış, onu inceleyip Kur'ân ve sünnetin süzgecinden geçirerek Müslümanlara sunmuş ciddi bir çalışmaya rastlayamıyoruz.
Şimdi ise bu boşluğu bir nebze doldurabilir umuduyla yıllar boyu harcanan yoğun çabaların ürünü olarak elde edilmiş çeşitli malzemeler -aşağıda görüleceği üzere- Kur'ân ve Sünnet'in hakemliğinde, ilim ve akıl divanında ortaya konacaktır.
Râbıta konusunda şimdiye kadar yazılıp çizilmiş irili ufaklı ne varsa çoğunun ve özellikle en önemlilerinin oluşturduğu aşağıdaki belgeleri üç şekilde sınıflandırmak mümkündür.
A) Sırf râbıtayı konu alan risâleler;
B) Râbıtayı bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan kitaplar, ya da kitapçıklar;
C) Râbıtaya karşı yazılmış makaleler, ya da kullanılmış müteferrik ifadeler.
Bu yazılı malzemelerle ilgili sınıflandırılmış bilgiler ise şöyledir:
R harfi
- 2. Üretici İle Tüketici Arasına Girmek:
- er-RABB
- Fâizsiz Ekonomi
- Rabbanílerin Görevi:
- Râbıtanın Dayandırıldığı Ayet ve Hadislere İlişkin Kanıtlama ve Yorumlar
- RASATHANE
- Recm Cezası Uygulanması İçin Gerekli Şartlar:
- RIZIK
- RÜ'YA-I SÂDIKA
- Rüşvet Nedir, Ne Değildir?
- 3. Kabzdan Önce Satış:
- Hâkimlerce Alınan Rüşvet:
- Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Rab; Anlam ve Mâhiyeti
- Râbıtayı Kanıtlamada Nakşibendîlerin Kullandığı Üslûp
- RÂSİHÛN
- Rızk'ın Kur'an'daki Manaları:
- RİBÂT
- RÜ'YET-İ HİLAL
- Zina Suçunun Sâbit Olması:
- 4. Yıkıcı Rekabet Yapmak:
- Memur Ve Hediye:
- Rabb Olmanın Üç Özelliği:
- RABITA
- Râbıtanın Tarihi ve Kaydettiği Aşamalar
- RASÛL
- Recm Cezasının İnfazı:
- Rızkı Yaratan Allah'tır:
- RİCÂLÜLGAYB
- Devlet Malından Çalmak (Gulûl)