Râbıtanın Değişik Tanımları:

Râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tara­fından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yok­tur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca bir­kaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalı­şılmış­tır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşruluğunun da ötesinde onun ka­çınılmaz ge­rekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Rasulullah (s)'ın sünnetinden aldığını kanıt­lamak için ola­ğanüstü çaba sarf etmişlerdir. Buna rağmen yaptıkları açıkla­malar eskilerin tabiriyle: «Efrâdı câmi' ağyârı mâni'» değildir. Yani râbıtayı her bakımdan tanımlayan ve onun başka bir şeyle karıştırılmamasını kesin biçimde sağla­yan birer tanım olmaktan uzaktırlar. Nitekim aşağıdaki çeşitli tarifler ya da açıklamalar bunu kanıtla­maktadır.



Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşa­mış olan Nakşibendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid Bağdâdî'ye mal edilen açıkla­mada şöyle denilmektedir:



«Tarîkatta râbıta: Mürîdin, Allah'da fânî [36] olmuş bulunan şeyhinin şek­lini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım is­te­mesi [36] demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz ala­bil­mesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlan­dırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bu­lunmaktan sakı­nır.» [36]



İleri sürüldüğü üzere bu sözler, Halid Bağdâdî'nin, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'[36] ye gönderdiği bir mektupta yer almaktadır. 



Iraklı Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî de Tenwîr'ul-Qulûb adlı ese­ri­nin "Tasavvuf" bölümünde ve «Nakşibendî Sâdâtına Göre Zikrin Keyfiyeti» başlığı altında saydığı on bir şarttan dokuzuncusu olan râbıtayı şöyle an­latıyor:



«Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi râbıta etmektir. Bu da mürîdin, kal­bini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini haya­linde canlandırması; kalbine, şeyhin nur okyanusundan feyizlerin ak­tığını içinden ta­savvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü mürîdin Allah'a ulaşabilmesi için vasıtası odur. » (Yani şeyhdir.) [36]



Bu kitabın en bariz özelliği, onun çok sade ve anlaşılır bir Arapça ile ya­zıl­mış olmasıdır. Dolayısıyla yazar, râbıtadan ne anlıyor, ya da onu nasıl an­lat­mak istiyorsa, her hangi bir yoruma mahal bırakmayacak şekilde amacını gâyet açık bir dille ortaya koymaktadır. El-Kurdî'nin, meseleyi bu kadar ber­rak bir tablo içinde sunduğu Tenwîr'ul-Qulûb adlı eseri ise konumuz açı­sından çok önemli bir belge oluşturmaktadır.



Ömer Zıyâüdîn Dağıstânî'nin de kendine göre râbıtayı tanımlaması şöy­le­dir:



« (...) bu da mürîdin, kalbini Allah'ın peygamberlerinden birine, veya O'nun velî kullarından bir velîye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hz. Peygamber (s)'e ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da HAKKINDA GÜZEL DUYGULAR BESLEDİĞİ VE ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TAKDİR ETTİĞİ BİRİNE BÜTÜN SEVGİ VE SAMİMİYETİYLE BAĞLANMASINDAN İBARETTİR.» [36]



Mustafa Fevzi ise râbıta konusunda manzum olarak kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik adlı kitapçıkta Hâdimî'den naklen, râbıtayı şöyle tarif et­mektedir:



«Ya tahayyül eylesün Peygamber'i,



Ya mübârek mürşid-i kâmilleri. » [36]



Râbıtanın, bir süredir önem kazanmasında büyük rol oynamış bulunan yakın tarihin etkili Nakşibendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye ge­lince, 1923 yılında kaleme aldığı "Râbıta-i Şerîfe"  adlı risâlesinde bu tarîkat kura­lını şöyle tarif etmektedir:



«Râbıta, Sıfat-ı İlâhiyye-i Zâtiye ile mütehakkık, makâm-ı müşâhedeye vâsıl bir kâmil–i mükemmel ile rapt-ı kalb eyleyüp huzur ve gıyabında o za­tın sûretini hızâne-i hayâlinde hıfzetmekten ibarettir.»



Ağdalı bir ifade olduğu için günümüzün okuyucusu tarafından anlaşılamaya bileceği endişesiyle yukarıdaki tarifin, Necip Fazıl Kısakürek tarafın­dan yapılan sadeleştirilmiş şeklini aşağıya alıyoruz.



«Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş [36] ve müşahede maka­mına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.» [36]



Yukarıdakilerden başka:



1. Hüseyn ed-Dewserî'nin H. 1237'de yazdığı «Er-Rahme'tul-Hâbıta...»



2. Ahmed el-Biqâî'nin H.1249'da kaleme aldığı «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» ;



3. Süleyman Zühdi'ye ait 1297 tarihli «Tabsıra'tul-Fâsıliyn ...» adlı kitap­ların her birinde ayrıca râbıtanın yakın tarifleri yer almaktadır. Ad­ları geçen bu dokuz râbıtacının da aynı zamanda mürşidi sayılan Halid Bağdâdî'ye ait Risâle-i Hâlidiyye'deki râbıtanın tanımıyla, yukarıdaki tanımlar arasında or­tak noktalar vardır. [36]