PEYGAMBER, PEYGAMBERLİK, NÜBÜVVET, RİSALET
Peygamber kelimesi, Farsça bir bir kelime olup, Sözlükte, haber getiren kimse demektir. Rasul ve nebi kelimesinin karşılığıdır. Peygamber: Allahın, kullarına dinini bildirmek için görevlendirdiği seçkin kimselerdir. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde peygamber kavramı olarak Nebi ve Rasul kavramları geçer.[1]
Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir.[2] Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor.[3]
Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini ileri sürerler.
Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için "enbiya" denmiştir.[4]
Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "rasul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir.[5]
Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "rasul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.
Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir.[6]
Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "rasul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi" kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" anlamında "rasul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "rasul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her rasul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, rasul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle "umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "rasul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve rasul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır.[7]
Peygamber kelimesi farsçadır ve iki sözcükten oluşan bileşik bir isimdir. Bu terimin bir kesitini meydana getiren Peygâm sözcüğü, haber demektir. Diğer kesitini oluşturan Ber sözcüğü ise (götürmek anlamına gelen Bürden masdarının türevlerindendir ve) götürücü anlamına gelir.
Peygamber kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de geçmez; Onun arapça karşılıkları olan ve elçi anlamına gelen: Rasûl ve mürsel ile haberci demek olan nebî sözcükleri Kur'ân'da vardır. Rasûl ve mürsel, aynı kökten gelirler. Dolayısıyla terimsel açıdan aralarında fark yoktur. Ancak bunlarla nebî kelimesi arasında bu bakımdan şu farklar vardır:
Her ikisi de yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilen ilâhi elçi anlamında kullanılabilmektedir. Ancak bir önceki peygamberin şeriatına bağlı olarak gönderilen elçiye yalnızca nebî denir. Ona rasûl denmez. Bundan da Rasûl teriminin Nebi teriminden daha kapsamlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Peygamber kelimesi ise bu konuda belirgin bir anlam vermemektedir. Herhalde bu sözcüğün rasûl, ya da nebî anlamında kullanılmasının bir sorun olmadığı açıktır.
Peygamber, nebi, rasûl ya da mürsel sözcüklerinin Türkçedeki terimsel karşılığı ise Allah elçisi dir. Nebi sözcüğünün çoğulu Enbiyâ, Rasûl sözcüğünün çoğulu Rusul, Mürsel sözcüğünün çoğulu ise Mürselîn dir. Her üçü de peygamberler demektir.[8]
Neden Peygamberlere İnanmalıyız
Peygamberlere inanmak Allah (cc)'a inanmanın gereğidir. Çünkü Peygamberler Allah (cc)'ın elçileridir, O'nun vahyettiklerini insanlara ancak bu elçiler iletmiş, O'nun emir ve yasakları doğrultusunda insanları bu yüce kişiler bilgilendirmiş ve eğitmiştir. Öyle ise "Neden peygamberlere inanmalıyız?" sorusu, aynen: "Neden Allah'a inanmalıyız, Niçin varız, Öldükten sonra ne olacağız..." vb. gibi sorulara benzemektedir.
Görüldüğü üzere peygamberlere inanmak daha birçok gerçeğe inanmakla eş değerdedir ve onlarla bir bütünlük oluşturur. İnsan genellikle çok basit hayat olaylarını kendi başına kavrayabilir, ama karmaşık evrensel gerçekleri, bir öncünün, bir öğreticinin yardımı olmadan yakalayamaz. İşte bu öncüler ve öğreticiler peygamberlerdir.
Hayatta çok sıradan ve somut aykırılıkları anlamak ve bu suretle de yararlıyı zararlıdan ayırt edebilmek kolaydır. Örneğin, ateşin, selin ve vahşi hayvan saldırısının tehlikelerini, en ilkel insan bile anlar; Bu konuda derin bilgilere, geniş kültüre, büyük tecrübelere ve bir akıl verene de ihtiyaç duymadan bazı önlemler almayı kendiliğinden bilir. Hatta hayvanlar bile içgüdüleri sayesinde tehlikelere karşı kendilerini savunmaya çalışır, yaşamak için avlanırlar.
Ancak eğer peygamberler olmasaydı insan, örneğin annesiyle babasıyla, öz ya da süt kardeşiyle cinsel ilişkide bulunmanın kötülüklerini, domuz etinin zararlarını, yalancı şahitliğin, faizin, ünlenme kompleksinin olumsuzluklarını öğrenemezdi. Özellikle: Allah (cc), rûh, melek, cin, şeytan, âhiret, cennet ve cehennem gibi gaybî gerçekler hakkında gerekli bilgilere ulaşamazdı.
İnsanlar da diğer canlılar gibi bir âlemdir. Buna "beşeriyet âlemi" diyoruz. Ancak akıllı olma ayrıcalığı ile birlikte ilahî vahye ayak uydurarak toplu halde yaşayan insanlar diğer canlılardan çok daha mükemmel popülasyonlar oluştururlar. Çünkü eğer peygamberler olmasaydı insan yığınları da tıpkı arılar, karıncalar ve penguenler gibi yüce değerlerden yoksun, sadece egoya dayalı sürüler olarak kalırlardı. Tıpkı, moral değerlerden nasibi olmayan ve sırf maddesel ilgilerle ya da yasaların zoruyla, bir arada yaşayan çağımızın kalabalıkları gibi.
Peygambersiz bir toplumun yaşamında belki bireylerarası ilişkiler belli bir disipline dayanabilir ve bu disiplin çok mükemmel bir işbölümü biçiminde ortaya çıkabilir; Ama bu düzen, hiç bir zaman otomatik ve mekanik olmaktan kurtulamaz. Böyle bir toplumun yaşamında esnekliğin ve hoşgörünün yeri olamaz. Böylece insanlar ya yasaların zoraki itişleriyle veya içgüdüsel dürtülerle ancak işlevlerini yerine getirmeye bakarlar, içsel güzelliklerin, manevi zenginliklerin ve rûhânî coşkuların farkına bile varamazlar.
Peygamberlerin ve Allah (cc)'dan getirdikleri göksel mesajların insanlık için ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek amacıyla peygambersiz insan topluluklarının yaşamına şöyle bir bakmak yeterlidir. Buna iki örnek vermek mümkündür.
Birincisi, Roma Toplumudur ki Romalılar mimaride, güzel sanatlarda, siyaset ve eğitim alanında göz kamaştırıcı bir yaşam biçimi sergilemişlerdir. Dünyada çok geniş bir alana yayılabilmiş ve arkalarından hayranlık uyandıran devâsâ büyüklükte eserler bırakmışlardır. Bütün bunlara rağmen Roma Uygarlığı bir peygamberin öncülüğünden, ilâhi vahyin fazilet kaynaklarından, Allah (cc)'ın feyiz ve nurundan yoksun olduğu için tamamen seküler kalmış, zihinlerin ve gönüllerin derinliklerine hiç bir zaman nüfuz edememiş ve dünya uygarlıkları arasında sırf maddesel boyutlar içinde tıkanıp kalmıştır.
Romalılar'ın yaptığı o sanat harikası mermer heykeller, insanlara hiç bir zaman evrensel mesajlar verememiş, çarpıcı erotik görünümleriyle yalnızca sapık ruhları gıdıklamaktan ve sapkın eğilimleri kıpırdatmaktan öte bir işe yaramamıştır.. Bu gerçek her bakımdan donuk, seküler ve insan kurgusuyla sınırlı tüm uygarlıklar için de sözkonusudur. Bu nedenledir ki ilâhî bir din kimliğinden uzaklaşmış olmasına rağmen, hıristiyanlığın, örneğin Bizans Dönemi'nden kalma loş ve köhne bir kilisesi bile heybetli bir Roma tiyatrosundan veya bir Firavun piramidinden insanı çok daha etkileyicidir.
İkinci örnek ise, insanlara eşitlik ve mutluluk vadederken yaklaşık yüzyıl boyunca yüzmilyonlarca insanı tutsaklık, yoksulluk ve mutsuzluk içinde kıvrandırdıktan sonra dayanamayarak nihayet kendi kendine yıkılan komünist rejimdir.
Dine afyon diyen bu rejimin teorisyenleri, peygamberlere ve ilâhi mesajlara hakaret gözüyle baktıkları için felsefelerini materyalist düşünceden hareketle kurmuşlardır. Bu felsefeler hayata geçirilince insanlar yalnızca maddi alandaki özgürlüklerini yitirmekle kalmadılar, onlardan birçoğu bu yüzden Allah'a ve madde ötesi gerçeklere karşı kuşkuya düştüğü için stres altına girdiler bunalımlara düştüler; Maneviyat boşluğunun çok büyük ızdırabını çektiler. Öyleki zaman zaman haksızlığa uğrayan bu insanlar baskı gördükleri kimselere, hiç değilse içlerinden beddua edip biraz rahatlamayı bile bir çelişki saydılar. Halbuki dünyanın her yerinde hakimler, savcılar ve polisler bile sık sık haksızlığa uğrar ve delil yetersizliğinden dolayı kendilerine zulmedenlerden, yasal yollarla haklarını bir türlü alamazlar. Böyle durumlarda onların bile, haklarını çiğneyenlerin Allah tarafından cezalandırılması için el açıp beddua ettikleri nadir olaylardan değildir. Fakat materyalistlerin bu anlaşılmaz tutumu onları daha büyük sorunların içine itti. Tabiatıyla toplumun sosyal ve ekonomik düzeni de bundan olumsuz yönde etkilendi. Çünkü bu perişanlık, kesinlikle bir peygamberin terbiyesinden ve ilâhi bir mesajın yoksunluğundan doğmuştu.
İşte bu belirgin farklar, peygamberlerin getirdiği mesajlardan (doğru ya da yanlış) ilham alan insanlarla bu mesajlardan tamamen yoksun olanları birbirinden kalın çizgilerle ayırmaktadır. Bunların hangisi insan doğasına daha uygundur? Peygamberlerin getirdiği vahiyler mi, yoksa insan kurgularına dayanan rejimler mi? "Kardeşle cinsel ilişkide bulunulabilir" diyen insanların tezi mi, yoksa bunu çirkin bir günah ve sapıklık sayanların inancı mı? Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı olsa bile, İnsan eliyle çiziklenmiş yasalara uygun olan hiç bir söz ve eylemin suç sayılamayacağını ileri sürenlerin dediği mi, yoksa Allah (cc)'ın kitabına ve Elçisi'nin sünnetine aykırı olan her söz ve eylemin ancak suç sayılabileceğine inanan insanın imanı mı ?...
Bu ilgiyle burada önemli bir noktayı açıklamakta yarar vardır.
Bilindiği üzere hiç bir ipucu bırakılmadan işlenen suç beşeri yasalara göre suç sayıldığı halde onu işleyen insan (saptanamadığı sürece) suçlu değildir. Oysa peygamberlerin getirdiği vahiylere göre bunun şöyle bir değerlendirilmesi vardır:
Harama tevessül etmek (yani yasaklı fiili işlemek) herhâlükârda suçtur. Onu işleyen insan da (ister tesbit edilsin ister meçhul kalsın) yine suçludur. Çünkü yakalanmasa bile Allah Teâlâ O'nun suçlu olduğunu bilir. İşte vahye dayanan bu yargı topluma ahlâk olarak verilir. Onun için peygamberlere ve onların getirdiği vahye inanan insanlar, resmi denetim ve kontrolların dışında kaldıkları yer ve zamanlarda da vicdan sorumluluğu ile hareket ederler. Çünkü herhangi bir ipucu bırakmadan bir suç işleseler bile bunun asla yanlarında kalmayacağına ve günün birinde işlediklerinin hesabını Allah (cc)'a vermek zorunda kalacaklarına inanırlar. İşte bu, esasen peygamberlerin getirdiği terbiyedir. Halbuki peygamberlere ve vahye inanmayanlar ipucu bırakmadan işledikleri hiç bir suçu suç olarak görmez, hatta eğer bir çıkar sağlayacaksa böyle bir suçu işlememeyi aralarında aptallık sayanlar bile vardır. Nitekim dünyada işlenen katliamların, rüşvet ve yolsuzlukların, uluslararası uyuşturucu ve fuhuş ticaretinin failleri ve aracıları arasında peygamberlere ve vahye inanmayanların sayısı daha çoktur.
Şu halde dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı şu veya bu şekilde peygamberlere inanır. Dünyadaki ahlâk kurumlarının tümü, yalanı, samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, dalkavukluğu, aldatmayı ve bunlara benzer birçok ahlâkdışı davranışları reddeder. Bunları ise düşünürler ve filozoflar değil, en başta peygamberler reddetmiştir. Öyle ise bütün ahlâk kurumları temelde peygamberlerin getirdikleri vahiylerden ilham almaktadır. Bunların büyük bir kısmı yozlaşmış ve büyük ölçüde aslından kopmuştur. Buna rağmen bu gerçekler peygamberlere ve onların getirdiği vahiylere inanmanın aslında insan doğasının kaçınılmaz gereği olduğunu kanıtlamaktadır. [9]
Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir.[2] Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor.[3]
Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini ileri sürerler.
Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için "enbiya" denmiştir.[4]
Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "rasul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir.[5]
Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "rasul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.
Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir.[6]
Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "rasul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi" kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" anlamında "rasul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "rasul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her rasul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, rasul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle "umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "rasul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve rasul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır.[7]
Peygamber kelimesi farsçadır ve iki sözcükten oluşan bileşik bir isimdir. Bu terimin bir kesitini meydana getiren Peygâm sözcüğü, haber demektir. Diğer kesitini oluşturan Ber sözcüğü ise (götürmek anlamına gelen Bürden masdarının türevlerindendir ve) götürücü anlamına gelir.
Peygamber kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de geçmez; Onun arapça karşılıkları olan ve elçi anlamına gelen: Rasûl ve mürsel ile haberci demek olan nebî sözcükleri Kur'ân'da vardır. Rasûl ve mürsel, aynı kökten gelirler. Dolayısıyla terimsel açıdan aralarında fark yoktur. Ancak bunlarla nebî kelimesi arasında bu bakımdan şu farklar vardır:
Her ikisi de yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilen ilâhi elçi anlamında kullanılabilmektedir. Ancak bir önceki peygamberin şeriatına bağlı olarak gönderilen elçiye yalnızca nebî denir. Ona rasûl denmez. Bundan da Rasûl teriminin Nebi teriminden daha kapsamlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Peygamber kelimesi ise bu konuda belirgin bir anlam vermemektedir. Herhalde bu sözcüğün rasûl, ya da nebî anlamında kullanılmasının bir sorun olmadığı açıktır.
Peygamber, nebi, rasûl ya da mürsel sözcüklerinin Türkçedeki terimsel karşılığı ise Allah elçisi dir. Nebi sözcüğünün çoğulu Enbiyâ, Rasûl sözcüğünün çoğulu Rusul, Mürsel sözcüğünün çoğulu ise Mürselîn dir. Her üçü de peygamberler demektir.[8]
Neden Peygamberlere İnanmalıyız
Peygamberlere inanmak Allah (cc)'a inanmanın gereğidir. Çünkü Peygamberler Allah (cc)'ın elçileridir, O'nun vahyettiklerini insanlara ancak bu elçiler iletmiş, O'nun emir ve yasakları doğrultusunda insanları bu yüce kişiler bilgilendirmiş ve eğitmiştir. Öyle ise "Neden peygamberlere inanmalıyız?" sorusu, aynen: "Neden Allah'a inanmalıyız, Niçin varız, Öldükten sonra ne olacağız..." vb. gibi sorulara benzemektedir.
Görüldüğü üzere peygamberlere inanmak daha birçok gerçeğe inanmakla eş değerdedir ve onlarla bir bütünlük oluşturur. İnsan genellikle çok basit hayat olaylarını kendi başına kavrayabilir, ama karmaşık evrensel gerçekleri, bir öncünün, bir öğreticinin yardımı olmadan yakalayamaz. İşte bu öncüler ve öğreticiler peygamberlerdir.
Hayatta çok sıradan ve somut aykırılıkları anlamak ve bu suretle de yararlıyı zararlıdan ayırt edebilmek kolaydır. Örneğin, ateşin, selin ve vahşi hayvan saldırısının tehlikelerini, en ilkel insan bile anlar; Bu konuda derin bilgilere, geniş kültüre, büyük tecrübelere ve bir akıl verene de ihtiyaç duymadan bazı önlemler almayı kendiliğinden bilir. Hatta hayvanlar bile içgüdüleri sayesinde tehlikelere karşı kendilerini savunmaya çalışır, yaşamak için avlanırlar.
Ancak eğer peygamberler olmasaydı insan, örneğin annesiyle babasıyla, öz ya da süt kardeşiyle cinsel ilişkide bulunmanın kötülüklerini, domuz etinin zararlarını, yalancı şahitliğin, faizin, ünlenme kompleksinin olumsuzluklarını öğrenemezdi. Özellikle: Allah (cc), rûh, melek, cin, şeytan, âhiret, cennet ve cehennem gibi gaybî gerçekler hakkında gerekli bilgilere ulaşamazdı.
İnsanlar da diğer canlılar gibi bir âlemdir. Buna "beşeriyet âlemi" diyoruz. Ancak akıllı olma ayrıcalığı ile birlikte ilahî vahye ayak uydurarak toplu halde yaşayan insanlar diğer canlılardan çok daha mükemmel popülasyonlar oluştururlar. Çünkü eğer peygamberler olmasaydı insan yığınları da tıpkı arılar, karıncalar ve penguenler gibi yüce değerlerden yoksun, sadece egoya dayalı sürüler olarak kalırlardı. Tıpkı, moral değerlerden nasibi olmayan ve sırf maddesel ilgilerle ya da yasaların zoruyla, bir arada yaşayan çağımızın kalabalıkları gibi.
Peygambersiz bir toplumun yaşamında belki bireylerarası ilişkiler belli bir disipline dayanabilir ve bu disiplin çok mükemmel bir işbölümü biçiminde ortaya çıkabilir; Ama bu düzen, hiç bir zaman otomatik ve mekanik olmaktan kurtulamaz. Böyle bir toplumun yaşamında esnekliğin ve hoşgörünün yeri olamaz. Böylece insanlar ya yasaların zoraki itişleriyle veya içgüdüsel dürtülerle ancak işlevlerini yerine getirmeye bakarlar, içsel güzelliklerin, manevi zenginliklerin ve rûhânî coşkuların farkına bile varamazlar.
Peygamberlerin ve Allah (cc)'dan getirdikleri göksel mesajların insanlık için ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek amacıyla peygambersiz insan topluluklarının yaşamına şöyle bir bakmak yeterlidir. Buna iki örnek vermek mümkündür.
Birincisi, Roma Toplumudur ki Romalılar mimaride, güzel sanatlarda, siyaset ve eğitim alanında göz kamaştırıcı bir yaşam biçimi sergilemişlerdir. Dünyada çok geniş bir alana yayılabilmiş ve arkalarından hayranlık uyandıran devâsâ büyüklükte eserler bırakmışlardır. Bütün bunlara rağmen Roma Uygarlığı bir peygamberin öncülüğünden, ilâhi vahyin fazilet kaynaklarından, Allah (cc)'ın feyiz ve nurundan yoksun olduğu için tamamen seküler kalmış, zihinlerin ve gönüllerin derinliklerine hiç bir zaman nüfuz edememiş ve dünya uygarlıkları arasında sırf maddesel boyutlar içinde tıkanıp kalmıştır.
Romalılar'ın yaptığı o sanat harikası mermer heykeller, insanlara hiç bir zaman evrensel mesajlar verememiş, çarpıcı erotik görünümleriyle yalnızca sapık ruhları gıdıklamaktan ve sapkın eğilimleri kıpırdatmaktan öte bir işe yaramamıştır.. Bu gerçek her bakımdan donuk, seküler ve insan kurgusuyla sınırlı tüm uygarlıklar için de sözkonusudur. Bu nedenledir ki ilâhî bir din kimliğinden uzaklaşmış olmasına rağmen, hıristiyanlığın, örneğin Bizans Dönemi'nden kalma loş ve köhne bir kilisesi bile heybetli bir Roma tiyatrosundan veya bir Firavun piramidinden insanı çok daha etkileyicidir.
İkinci örnek ise, insanlara eşitlik ve mutluluk vadederken yaklaşık yüzyıl boyunca yüzmilyonlarca insanı tutsaklık, yoksulluk ve mutsuzluk içinde kıvrandırdıktan sonra dayanamayarak nihayet kendi kendine yıkılan komünist rejimdir.
Dine afyon diyen bu rejimin teorisyenleri, peygamberlere ve ilâhi mesajlara hakaret gözüyle baktıkları için felsefelerini materyalist düşünceden hareketle kurmuşlardır. Bu felsefeler hayata geçirilince insanlar yalnızca maddi alandaki özgürlüklerini yitirmekle kalmadılar, onlardan birçoğu bu yüzden Allah'a ve madde ötesi gerçeklere karşı kuşkuya düştüğü için stres altına girdiler bunalımlara düştüler; Maneviyat boşluğunun çok büyük ızdırabını çektiler. Öyleki zaman zaman haksızlığa uğrayan bu insanlar baskı gördükleri kimselere, hiç değilse içlerinden beddua edip biraz rahatlamayı bile bir çelişki saydılar. Halbuki dünyanın her yerinde hakimler, savcılar ve polisler bile sık sık haksızlığa uğrar ve delil yetersizliğinden dolayı kendilerine zulmedenlerden, yasal yollarla haklarını bir türlü alamazlar. Böyle durumlarda onların bile, haklarını çiğneyenlerin Allah tarafından cezalandırılması için el açıp beddua ettikleri nadir olaylardan değildir. Fakat materyalistlerin bu anlaşılmaz tutumu onları daha büyük sorunların içine itti. Tabiatıyla toplumun sosyal ve ekonomik düzeni de bundan olumsuz yönde etkilendi. Çünkü bu perişanlık, kesinlikle bir peygamberin terbiyesinden ve ilâhi bir mesajın yoksunluğundan doğmuştu.
İşte bu belirgin farklar, peygamberlerin getirdiği mesajlardan (doğru ya da yanlış) ilham alan insanlarla bu mesajlardan tamamen yoksun olanları birbirinden kalın çizgilerle ayırmaktadır. Bunların hangisi insan doğasına daha uygundur? Peygamberlerin getirdiği vahiyler mi, yoksa insan kurgularına dayanan rejimler mi? "Kardeşle cinsel ilişkide bulunulabilir" diyen insanların tezi mi, yoksa bunu çirkin bir günah ve sapıklık sayanların inancı mı? Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı olsa bile, İnsan eliyle çiziklenmiş yasalara uygun olan hiç bir söz ve eylemin suç sayılamayacağını ileri sürenlerin dediği mi, yoksa Allah (cc)'ın kitabına ve Elçisi'nin sünnetine aykırı olan her söz ve eylemin ancak suç sayılabileceğine inanan insanın imanı mı ?...
Bu ilgiyle burada önemli bir noktayı açıklamakta yarar vardır.
Bilindiği üzere hiç bir ipucu bırakılmadan işlenen suç beşeri yasalara göre suç sayıldığı halde onu işleyen insan (saptanamadığı sürece) suçlu değildir. Oysa peygamberlerin getirdiği vahiylere göre bunun şöyle bir değerlendirilmesi vardır:
Harama tevessül etmek (yani yasaklı fiili işlemek) herhâlükârda suçtur. Onu işleyen insan da (ister tesbit edilsin ister meçhul kalsın) yine suçludur. Çünkü yakalanmasa bile Allah Teâlâ O'nun suçlu olduğunu bilir. İşte vahye dayanan bu yargı topluma ahlâk olarak verilir. Onun için peygamberlere ve onların getirdiği vahye inanan insanlar, resmi denetim ve kontrolların dışında kaldıkları yer ve zamanlarda da vicdan sorumluluğu ile hareket ederler. Çünkü herhangi bir ipucu bırakmadan bir suç işleseler bile bunun asla yanlarında kalmayacağına ve günün birinde işlediklerinin hesabını Allah (cc)'a vermek zorunda kalacaklarına inanırlar. İşte bu, esasen peygamberlerin getirdiği terbiyedir. Halbuki peygamberlere ve vahye inanmayanlar ipucu bırakmadan işledikleri hiç bir suçu suç olarak görmez, hatta eğer bir çıkar sağlayacaksa böyle bir suçu işlememeyi aralarında aptallık sayanlar bile vardır. Nitekim dünyada işlenen katliamların, rüşvet ve yolsuzlukların, uluslararası uyuşturucu ve fuhuş ticaretinin failleri ve aracıları arasında peygamberlere ve vahye inanmayanların sayısı daha çoktur.
Şu halde dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı şu veya bu şekilde peygamberlere inanır. Dünyadaki ahlâk kurumlarının tümü, yalanı, samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, dalkavukluğu, aldatmayı ve bunlara benzer birçok ahlâkdışı davranışları reddeder. Bunları ise düşünürler ve filozoflar değil, en başta peygamberler reddetmiştir. Öyle ise bütün ahlâk kurumları temelde peygamberlerin getirdikleri vahiylerden ilham almaktadır. Bunların büyük bir kısmı yozlaşmış ve büyük ölçüde aslından kopmuştur. Buna rağmen bu gerçekler peygamberlere ve onların getirdiği vahiylere inanmanın aslında insan doğasının kaçınılmaz gereği olduğunu kanıtlamaktadır. [9]
P harfi
- 2- Tevhide Çağrı:
- Duygusallık Ve Maneviyatçılık
- Nebi ve Rasuller Arasında Ayırım Yapmamak Gerekir:
- Nebilerin Görevi
- Önde Gelenlerin Resul'e Attıkları İftiralar:
- PAPA
- Peygamberlere Olan İhtiyaç:
- 1) Resul'ün Çıkar Peşinde Koştuğu İftirası:
- 3- Ücret İstememe:
- Duyuların Kavradığı Ve Kavramadığı
- HÂTEMÜ'L-ENBİYÂ
- Mucize
- PAPAZ
- Peygamberlik Aklen Caiz midir?
- Tevhid
- 2) Delilik İftirası:
- 4- Kavimlerinin Diliyle Gelme:
- Gerçek Ve Hayal
- HÂTEMÜ'L-MÜRSELÎN
- PARA
- Peygamberlerin Özellikleri
- Son Peygamber Olarak Hz. Muhammed Mustafa (sav)'nın Kişiliği ve Misyonu
- Şimdikilerin Şirki Ve Bedevilerin Şirki
- 3) Büyücülük İftirası:
- 5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı:
- Allah (C.C.) İçin Dostluk
- Bağlılık Ve Hürriyet
- İsrâ ve Mirâc
- Kâğıt Para Sistemine Geçiş