Zâlim ve Fâsığın İmâmeti

Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor:



"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." (Bakara: 2/124)



Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.



Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.[505] Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.



Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”[505] Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez. Namaz için öne geçirilemez.”[505]



Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.



İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim (a.s.)’e söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm[505] olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi[505] olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.[505] Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.[505] Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur.[505]



İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin imâmetini/yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki, kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur:



“Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (Nisâ: 4/141)



Tartışılan konu, fâsık ve zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.



Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine zıt iki görüş vardır orta yerde.



1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri herhangi bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş tarzına bakılmaz. O yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir.



2- Mu’tezile’nin görüşü: Bu kesim de fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû olmadığı gibi, o yönetimde görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın indirdiğiyle hükmetsinler- hükümleri meşrû değildir.



Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı benimsemiştir. Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal faâliyetlerin yürütülmesi gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi âdilse zâlim imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü kabul etmiş, sorumluluğu ferdin kendisinden başlatmıştır. İmam Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma konusuna bireysel açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu makamda İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun o makamda bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve zâlim olması durumunda bunu meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek, sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın imamlığı/yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında cevap buluyoruz:



“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı vergiyi) meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin imamlığı/yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.” Bazıları, İmam Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise yönetici zâlim de olsa o yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü geçerlidir” görüşleriyle; “zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun hükümleri geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir çelişki olduğu zehâbına kapılmıştır.



İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir yönetimde kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz verişinden yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun fâsık ve zâlimin imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır. Yani, “zâlim imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin ettiğinin hükmü de aynıdır” demişlerdir. Bazıları bu zanlarından dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle suçlarken, bazıları da yine bu yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle uzlaşma çarpıklığına dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.



Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın imâmetine ve hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını ayırarak onun hükmünü câiz görmediğini zannederler. Bunu kelâmcılardan Zürkan adında biri söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun atadığı hâkim arasında (yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur. Yönetime gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa) gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır. Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği de kabul edilmez. Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa o da alınmaz.”[505]



Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.”



Cessâs, “Zâlimler ahdime nâil olamazlar” (Bakara: 2/124) âyetinden hüküm çıkarırken şunları söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/yöneticiliğinin bâtıl olduğu anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz. Hatta bu karakterde olanlar, herhangi bir biçimde yönetim makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın kendilerine uymaları gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda kula itaat yoktur.” Bu hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz; hükmettiği zaman verdiği hüküm yerine getirilmez, şâhitliği kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği hadis alınmaz, müftü olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” [505]



İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze (biat) vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan, o zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı yapar: “Zâlimlere verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi sorumlu tutmayacağı gibi, ecrini de artırır.” [505]



İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil) yöneticiliği konusunda hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı benimsemesi, üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla olayı ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı eylemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile “olması gereken” arasındaki tercihte bocalayan birçok insana çıkış yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan vermeden zulme karşı çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini, fert için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır. Bu yol, zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû birtakım mâzeretler uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur. Ümmetin tepesine musallat olan zorbaların elinden ümmeti kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele metodudur. İmam Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir çıkış yolu göstermiştir.[505]