Keremden Bir Kesit:
Kerem; iyilikseverlik ve ikram etme hasleti demektir. Araplarda kerem, çok önemli bir sıfattır. Hatta câhiliye şiirini kurcaladığınız zaman, o devir Arabının şu hususlarla övündüğünü görürsünüz: "Biz, misafirlerimize, şu kadar koyun, şu kadar sığır, şu kadar deve boğazlayıp ikram ettik..." Evet, misafire gösterilen cömertçe ikram, onların birer övünç vesilesiydi ki, bu hususta kabile ve oymaklar âdetâ birbirleriyle yarışırlardı. Tabii bunlar yaptıkları her şeyi bencillik hesabına yapıyorlardı. İşte, cömertlik ve keremin böyle revaçta olduğu bir zamanda, onlar arasında kerimlerden kerim bir Zât zuhûr etti. Onun keremini görünce herkesin dili tutuldu. Bu kerim Zât, yaptığını sadece Allah için yapıyor, birisine dünyayı bağışlasa, ondan tek kelime ile dahi bahsetmiyordu. Hatta, şiirlerinde Onun cömertliğini anlatan mısralara yer veren şâirlerin, bu ifâdelerinden dahi hiç mi hiç hoşlanmıyor ve onların sözlerini, Ekremül-Ekremîn olan Allaha izâfe ve havâle ediyordu.
O öyle parlak bir ayna idi ki, Cenâb-ı Hakkın Kerîm ismi, Onda tecelli ile kendini gösteriyordu. O, her konuda olduğu gibi bu hususta da Allah Teâlâ'nın en zirvede bir kulu idi ve yeryüzünde Ondan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi. Hz. Muhammed Aleyhisselam, keremin; kerem ise cennetin yoludur. Cimrilik ise, insanı cehenneme götüren bir yoldur. İki Cihan Serverini uzaktan görenler dahi, Onu, vasıflarından hemen tanır ve "bu Odur!" derlerdi. O, insanlık, dolayısıyla da cennet yolunun biricik rehberidir. O, diğer vasıflarıyla giremediği gönüllere keremiyle girmenin yolunu bulmuştur. O, hilmi/yumuşak huyluluğu, tevâzusu ile ruhları fethetmiş, keremi/cömertliği ile de gelip bu ruhlara taht kurmuştur.
O isteseydi, dünyanın en zengin insanı olurdu. Zaten, daha nübüvvetini ilân ettiği ilk günlerde, Kureyş Ona dâvâsından vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? (İbn Hişam, Sîre, I/285). Daha sonra da, bütün müslümanların Allah yolunda verecekleri şeyler hep Onun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin haddi-hesâbı yoktu. Fakat O şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı düşünmedi, hatta aklının köşesinden dahi geçirmedi.
O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği anlayışı ile yaşıyordu. Ona göre uzun bir yolculuk esnâsında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı dünya. Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten önem verilmesi gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, Onun insanlığa giden yolları, insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti (Buhârî, Rikak 3). Gâye ve hedef yüce idi. Allaha ulaşmak Onun en birinci gâyesiydi ve insanları aynı hedefe ulaştırabilme vazifesi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda olan insan için dünya malının ne önemi olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise, gönül bağlamaya değmezdi...
O, kendi bireysel hayatı için fakirliği seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç kimsenin midesi altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zâten, O büyük insanın sâyesinde müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti haline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama, onların içinde öyle zâhidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da câzip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatmayı sevmedir; yaşama zevkini terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları anlamaları da mümkün değildir.
Bir iftar sofrasında, Hz. Ebu Bekire bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları, boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: Birgün Allah Rasûlü, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da ağlamış ve: O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz! (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak, "işte bu nimetten de hesaba çekileceğiz" buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım... (Müslim, Eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilye, I/30)
Halbuki, Hz. Ebû Bekir gayet sade ve fakirâne bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gâyet hafifti. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı, ama bu defa da verileni çok buldu. O, Medinenin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik hilâfeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitâben şöyle deniyordu: Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medinenin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Dolayısıyla, bu paralar hazineye âittir ve oraya konulmalıdır. Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı ve: Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın, ya Ebâ Bekir! dedi. (Taberî, Tarihul-Ümem vel-Mülûk, IV/252)
Hz. Ebû Bekir, böyle zâhidâne yaşamayı Hz. Muhammed Aleyhisselamdan öğrenmişti. Zira Allah Rasûlü, pratikte, böyle yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün ashâbına öğretmişti.
Düşünün ki, Efendimiz, bütün ganimetlerin beşte birine, hem de Cenâb-ı Hakkın fermânıyla (8/Enfâl, 41) sahip bulunuyordu. Yani ganimetlerin humusu Allah Rasûlünün şahsî tasarrufundaydı. Onu istediği gibi kullanma selâhiyeti, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından Ona tevdî edilmişti. Halbuki, Hz. Ömer birgün, Onun saâdet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle diyecekti: "Ya Rasûlallah! Dünya kralları, Kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın zeminin izleri var." Allah Rasûlü, şu cevabı verir: "İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!" (Buhârî, Tefsir 66, -2-; Müslim, Talâk 31)
Allah Rasûlü, bunları söylerken, başka türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Meselâ, bir fikir vermesi bakımından, sadece Huneynden Onun payına düşen beşte biri belirtelim: 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir okka dört kilo demektir (İbn Sad, Tabakat II/152). Diğer savaşlarda elde edilen ganimetlerle, krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimizin en müreffeh bir hayat yaşamasına engel hiç bir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise, bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, cisimlenmiş kerem ve cömertlik idi. Bu kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak Rasûlullah olabilir...
Allah Rasûlü, dış-iç uyumu açısından en dengeli bir insan tipini temsil ediyordu. Onun dış görünüşü, farklı ve hoş bir heybet arzediyor ve güzelliği de âdetâ insanları büyülüyordu; iç dünyası itibarıyla da aynı ölçüde insanları teshir ediyordu. Hz. Enes: Allah Rasûlü, insanların en güzeliydi (Müslim, Fezâil 48; Buhârî, Menâkıb 23) der. Evet, hem sîret/yaşayış, hem de sûret/şekil itibarıyla O, insanların en güzeliydi. Hz. Âişe Vâlidemiz de Onunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: Mısır kadınları, Yusufu görünce ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş olsalardı, ellerindeki bıçakları sînelerine saplarlardı.
O insanların en güzeliydi. ve Enesin sözü devam ediyor: O, insanların en cömertiydi. Sûret ve cemâl yönüyle ahsenun-nâs (insanların en güzeli) olan Allah Rasûlü, kalp ve irâdesiyle ecvedun-nâs (insanların en cömerti) idi. (Müslim, Fezâil 48). İbn Abbasın ifâdesiyle, özellikle Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgâr gibi cömert kesilirdi (Buhârî, Deavât 11; Ebû Dâvud, Edeb 100; Ahmed bin Hanbel, I/136). Yani, elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi. Bu bir ruh ve irâde meselesiydi. O, kendi için yaşamaz, hep başkaları için yaşardı. Sürekli başkalarının/ümmetinin mutluluğunu düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zâten, insanları mesut görmek kadar, Onu mutlu edecek bir başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında, en son sırayı da kendi hânesi, kendi yakınları teşkil ediyordu. Yani, O, evvelâ, kendisine uzak olanlardan başlayıp ilgisini, alâkasını yayıyor, en sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu. Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve Uhudda bulunup şehid düşenlerin ailelerine öncelik tanınıyordu. Ve sık sık, kendi evindekilere: Ben onlara vermeden size hiçbir şey veremem (Müslim, Cihad 78) diyordu.
O'nun hilminin/yumuşaklığının ve diğer ulvî duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, Ona kerem/cömertlik anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan biridir: Hz. Enes anlatıyor: Allah Rasûlü, Huneyne giderken, bu şahıstan ödünç olarak silah almıştı. Huneynde elde edilen ganimetlere Safvan hayran hayran ve hırsla bakıyordu. Onun bu durumu Allah Rasûlünün dikkatini çekmişti. Bakıp beğendiğin o develer senin olsun dedi. Ardından daha birçok şey verdi. Safvan bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Rasûlüne karşı buğz ve kinle dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah Rasûlünün bu keremi onu, bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvanı kazanmak elbette binlerce deve, sığırdan daha mühimdi. Allah Rasûlü de en önemli olanı yapmıştı. Nitekim Safvana karşı gösterilen bu cömertlik, neticesiz kalmamıştı. Safvan hemen kavmine gidip şöyle demişti: Ey kavmim koşun İslâma girin! Zira Hz. Muhammed bir veriş veriyor ki, ancak, fakirlikten korkmayan ve Allaha tam itimat eden bir insan böyle verebilir! (Müslim, Fezâil 57; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/465; İbn Hişam, Sîre IV/135; İbn Hacer, el-İsâbe, II/187; Kenzul-Ummâl, 10/505)
O, kendisinden birşey istenildiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de borç alıp verir ya da vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen veriverirdi.
Bir bedevî gelip Ondan birşey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Adam bir kere daha istemiş, O yine vermişti. Üçüncü isteğinde ise, verecek bir şey olmadığı için Allah Rasûlü vaadetmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hz. Ömeri fevkalâde üzmüş, Allah Rasûlünün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: İstediler verdin. Bir daha istediler, yine verdin. Bir daha istediler, vaadettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma ya Rasûlallah! dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasulünün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetüs-Sehmî ayağa kalkmış ve: Ver Ey Allahın Rasulü, sakın Allahın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme! İki Cihan Serveri bir müddet sessiz durduktan sonra şöyle dedi: İşte Ben de bununla emrolundum. (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)
Ferazdak ne güzel söyler: O teşehhüdün dışında asla hayır demedi. Eğer teşehhüd olmasaydı Onun Hayır sözü de Evet olurdu. O, evet lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şerî daire içinde Ondan ne istense hemen icâbet eder ve isteyene istediğini verirdi.
Evet Nebîler Sultanının cömertlikte de benzeri yoktu. Bu ölçüdeki bir cömertlik de, ancak peygamberlikle izah edilebilirdi. Hem eğer cömertlik Allaha yaklaştıran bir huy ise, Allah Rasûlü nasıl cömert olmaz ki? Halbuki O, Allaha yakınlıkta, Cibrili bile geride bırakmıştı. Zâten bizzat, kendisi de şöyle buyuruyordu: Cömert; Allaha, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allaha, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır. (Tirmizî, Birr 40)
Bu konuda yine Allah Rasûlü şöyle buyururlar: Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslâmı seçti. Öyleyse siz de İslâmla olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin. İslâm, güzel ahlâk ve cömertlik yörüngesinde yürür. Güzel ahlâk ve cömertlikle İslâma ihsanda bulunun! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü cennette, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu cennete yükselir. (Kenzul-Ummâl, 6/571)
Cimrilik, bir dengesizlik, bir ifratsa, yok yere saçıp savurma da bir tefrittir ve ikisi de birer dengesizliktir. Peygamber fetâneti/zekâsı, cömertliği İslâm dinini ilâda/yüceltmede, kalpleri Allah için kazanmada kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalplere girdiği gibi, Allahın kendisine ihsan ettiği şeyleri kullanmak sûretiyle de kalplere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalpleri ikram ve cömertlik anahtarıyla açmıştır.
Hz. Hadîce Vâlidemiz, İslâma en erken uyanan kadındır. Zâten Hadîce, kelime manâsıyla da erken doğan demektir. O Efendimizden on beş sene erken doğmuş ve İslâma da herkesten erken uyanmıştır. Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemmâ uygunluğu da vardır. Mekkenin en zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Rasûlü uğruna harcayıp tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimâl Allah Rasûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı ki, bu, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli idi, ölüm sonrası hali de böyle olmalıydı. Halbuki O, İslâma girmeden önce, zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin ilâsı, İslâm'ın yayılıp güçlenmesi uğruna sarfedilmişti (İbn Kesir, el-Bidâye, III/158, 159). Bu da ayrı bir sırat-ı müstakim örneğiydi. Allah Rasûlü, cömertliğini öyle bir fetânet ve ferâsetle kullanmıştı ki, yaptığı ikramların zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, Feza Y. -Zaman Gazetesi-, İst. 1994, s. 328 vd.)
O öyle parlak bir ayna idi ki, Cenâb-ı Hakkın Kerîm ismi, Onda tecelli ile kendini gösteriyordu. O, her konuda olduğu gibi bu hususta da Allah Teâlâ'nın en zirvede bir kulu idi ve yeryüzünde Ondan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi. Hz. Muhammed Aleyhisselam, keremin; kerem ise cennetin yoludur. Cimrilik ise, insanı cehenneme götüren bir yoldur. İki Cihan Serverini uzaktan görenler dahi, Onu, vasıflarından hemen tanır ve "bu Odur!" derlerdi. O, insanlık, dolayısıyla da cennet yolunun biricik rehberidir. O, diğer vasıflarıyla giremediği gönüllere keremiyle girmenin yolunu bulmuştur. O, hilmi/yumuşak huyluluğu, tevâzusu ile ruhları fethetmiş, keremi/cömertliği ile de gelip bu ruhlara taht kurmuştur.
O isteseydi, dünyanın en zengin insanı olurdu. Zaten, daha nübüvvetini ilân ettiği ilk günlerde, Kureyş Ona dâvâsından vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? (İbn Hişam, Sîre, I/285). Daha sonra da, bütün müslümanların Allah yolunda verecekleri şeyler hep Onun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin haddi-hesâbı yoktu. Fakat O şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı düşünmedi, hatta aklının köşesinden dahi geçirmedi.
O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği anlayışı ile yaşıyordu. Ona göre uzun bir yolculuk esnâsında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı dünya. Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten önem verilmesi gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, Onun insanlığa giden yolları, insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti (Buhârî, Rikak 3). Gâye ve hedef yüce idi. Allaha ulaşmak Onun en birinci gâyesiydi ve insanları aynı hedefe ulaştırabilme vazifesi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda olan insan için dünya malının ne önemi olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise, gönül bağlamaya değmezdi...
O, kendi bireysel hayatı için fakirliği seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç kimsenin midesi altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zâten, O büyük insanın sâyesinde müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti haline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama, onların içinde öyle zâhidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da câzip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatmayı sevmedir; yaşama zevkini terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları anlamaları da mümkün değildir.
Bir iftar sofrasında, Hz. Ebu Bekire bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları, boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: Birgün Allah Rasûlü, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da ağlamış ve: O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz! (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak, "işte bu nimetten de hesaba çekileceğiz" buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım... (Müslim, Eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilye, I/30)
Halbuki, Hz. Ebû Bekir gayet sade ve fakirâne bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gâyet hafifti. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı, ama bu defa da verileni çok buldu. O, Medinenin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik hilâfeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitâben şöyle deniyordu: Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medinenin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Dolayısıyla, bu paralar hazineye âittir ve oraya konulmalıdır. Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı ve: Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın, ya Ebâ Bekir! dedi. (Taberî, Tarihul-Ümem vel-Mülûk, IV/252)
Hz. Ebû Bekir, böyle zâhidâne yaşamayı Hz. Muhammed Aleyhisselamdan öğrenmişti. Zira Allah Rasûlü, pratikte, böyle yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün ashâbına öğretmişti.
Düşünün ki, Efendimiz, bütün ganimetlerin beşte birine, hem de Cenâb-ı Hakkın fermânıyla (8/Enfâl, 41) sahip bulunuyordu. Yani ganimetlerin humusu Allah Rasûlünün şahsî tasarrufundaydı. Onu istediği gibi kullanma selâhiyeti, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından Ona tevdî edilmişti. Halbuki, Hz. Ömer birgün, Onun saâdet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle diyecekti: "Ya Rasûlallah! Dünya kralları, Kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın zeminin izleri var." Allah Rasûlü, şu cevabı verir: "İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!" (Buhârî, Tefsir 66, -2-; Müslim, Talâk 31)
Allah Rasûlü, bunları söylerken, başka türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Meselâ, bir fikir vermesi bakımından, sadece Huneynden Onun payına düşen beşte biri belirtelim: 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir okka dört kilo demektir (İbn Sad, Tabakat II/152). Diğer savaşlarda elde edilen ganimetlerle, krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimizin en müreffeh bir hayat yaşamasına engel hiç bir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise, bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, cisimlenmiş kerem ve cömertlik idi. Bu kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak Rasûlullah olabilir...
Allah Rasûlü, dış-iç uyumu açısından en dengeli bir insan tipini temsil ediyordu. Onun dış görünüşü, farklı ve hoş bir heybet arzediyor ve güzelliği de âdetâ insanları büyülüyordu; iç dünyası itibarıyla da aynı ölçüde insanları teshir ediyordu. Hz. Enes: Allah Rasûlü, insanların en güzeliydi (Müslim, Fezâil 48; Buhârî, Menâkıb 23) der. Evet, hem sîret/yaşayış, hem de sûret/şekil itibarıyla O, insanların en güzeliydi. Hz. Âişe Vâlidemiz de Onunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: Mısır kadınları, Yusufu görünce ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş olsalardı, ellerindeki bıçakları sînelerine saplarlardı.
O insanların en güzeliydi. ve Enesin sözü devam ediyor: O, insanların en cömertiydi. Sûret ve cemâl yönüyle ahsenun-nâs (insanların en güzeli) olan Allah Rasûlü, kalp ve irâdesiyle ecvedun-nâs (insanların en cömerti) idi. (Müslim, Fezâil 48). İbn Abbasın ifâdesiyle, özellikle Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgâr gibi cömert kesilirdi (Buhârî, Deavât 11; Ebû Dâvud, Edeb 100; Ahmed bin Hanbel, I/136). Yani, elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi. Bu bir ruh ve irâde meselesiydi. O, kendi için yaşamaz, hep başkaları için yaşardı. Sürekli başkalarının/ümmetinin mutluluğunu düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zâten, insanları mesut görmek kadar, Onu mutlu edecek bir başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında, en son sırayı da kendi hânesi, kendi yakınları teşkil ediyordu. Yani, O, evvelâ, kendisine uzak olanlardan başlayıp ilgisini, alâkasını yayıyor, en sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu. Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve Uhudda bulunup şehid düşenlerin ailelerine öncelik tanınıyordu. Ve sık sık, kendi evindekilere: Ben onlara vermeden size hiçbir şey veremem (Müslim, Cihad 78) diyordu.
O'nun hilminin/yumuşaklığının ve diğer ulvî duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, Ona kerem/cömertlik anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan biridir: Hz. Enes anlatıyor: Allah Rasûlü, Huneyne giderken, bu şahıstan ödünç olarak silah almıştı. Huneynde elde edilen ganimetlere Safvan hayran hayran ve hırsla bakıyordu. Onun bu durumu Allah Rasûlünün dikkatini çekmişti. Bakıp beğendiğin o develer senin olsun dedi. Ardından daha birçok şey verdi. Safvan bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Rasûlüne karşı buğz ve kinle dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah Rasûlünün bu keremi onu, bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvanı kazanmak elbette binlerce deve, sığırdan daha mühimdi. Allah Rasûlü de en önemli olanı yapmıştı. Nitekim Safvana karşı gösterilen bu cömertlik, neticesiz kalmamıştı. Safvan hemen kavmine gidip şöyle demişti: Ey kavmim koşun İslâma girin! Zira Hz. Muhammed bir veriş veriyor ki, ancak, fakirlikten korkmayan ve Allaha tam itimat eden bir insan böyle verebilir! (Müslim, Fezâil 57; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/465; İbn Hişam, Sîre IV/135; İbn Hacer, el-İsâbe, II/187; Kenzul-Ummâl, 10/505)
O, kendisinden birşey istenildiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de borç alıp verir ya da vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen veriverirdi.
Bir bedevî gelip Ondan birşey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Adam bir kere daha istemiş, O yine vermişti. Üçüncü isteğinde ise, verecek bir şey olmadığı için Allah Rasûlü vaadetmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hz. Ömeri fevkalâde üzmüş, Allah Rasûlünün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: İstediler verdin. Bir daha istediler, yine verdin. Bir daha istediler, vaadettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma ya Rasûlallah! dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasulünün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetüs-Sehmî ayağa kalkmış ve: Ver Ey Allahın Rasulü, sakın Allahın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme! İki Cihan Serveri bir müddet sessiz durduktan sonra şöyle dedi: İşte Ben de bununla emrolundum. (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)
Ferazdak ne güzel söyler: O teşehhüdün dışında asla hayır demedi. Eğer teşehhüd olmasaydı Onun Hayır sözü de Evet olurdu. O, evet lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şerî daire içinde Ondan ne istense hemen icâbet eder ve isteyene istediğini verirdi.
Evet Nebîler Sultanının cömertlikte de benzeri yoktu. Bu ölçüdeki bir cömertlik de, ancak peygamberlikle izah edilebilirdi. Hem eğer cömertlik Allaha yaklaştıran bir huy ise, Allah Rasûlü nasıl cömert olmaz ki? Halbuki O, Allaha yakınlıkta, Cibrili bile geride bırakmıştı. Zâten bizzat, kendisi de şöyle buyuruyordu: Cömert; Allaha, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allaha, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır. (Tirmizî, Birr 40)
Bu konuda yine Allah Rasûlü şöyle buyururlar: Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslâmı seçti. Öyleyse siz de İslâmla olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin. İslâm, güzel ahlâk ve cömertlik yörüngesinde yürür. Güzel ahlâk ve cömertlikle İslâma ihsanda bulunun! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü cennette, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu cennete yükselir. (Kenzul-Ummâl, 6/571)
Cimrilik, bir dengesizlik, bir ifratsa, yok yere saçıp savurma da bir tefrittir ve ikisi de birer dengesizliktir. Peygamber fetâneti/zekâsı, cömertliği İslâm dinini ilâda/yüceltmede, kalpleri Allah için kazanmada kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalplere girdiği gibi, Allahın kendisine ihsan ettiği şeyleri kullanmak sûretiyle de kalplere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalpleri ikram ve cömertlik anahtarıyla açmıştır.
Hz. Hadîce Vâlidemiz, İslâma en erken uyanan kadındır. Zâten Hadîce, kelime manâsıyla da erken doğan demektir. O Efendimizden on beş sene erken doğmuş ve İslâma da herkesten erken uyanmıştır. Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemmâ uygunluğu da vardır. Mekkenin en zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Rasûlü uğruna harcayıp tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimâl Allah Rasûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı ki, bu, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli idi, ölüm sonrası hali de böyle olmalıydı. Halbuki O, İslâma girmeden önce, zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin ilâsı, İslâm'ın yayılıp güçlenmesi uğruna sarfedilmişti (İbn Kesir, el-Bidâye, III/158, 159). Bu da ayrı bir sırat-ı müstakim örneğiydi. Allah Rasûlü, cömertliğini öyle bir fetânet ve ferâsetle kullanmıştı ki, yaptığı ikramların zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, Feza Y. -Zaman Gazetesi-, İst. 1994, s. 328 vd.)
F harfi
- 1- Fakirlik Üstündür:
- 1- İnançla İlgili Fısk
- 1- Îne Bey'i:
- 10- Din-Sultan Ayrılı
- 3- Uzlet:
- 3) Mudârebe Ortaklığı:
- 5- Banka Fâizlerini Kabul Edenler:
- 5- Çocuğun Maddî İstikbalini Düşünme Fikri:
- 6) Kıyemî Mal:
- 9- Medya Yoluyla Fesad:
- C- Fitne Sayılan Davranışlar:
- En Hayırlı Kazanç; Kendi Eliyle Çalışıp Kazanma:
- FADL İBN ABBAS
- FARZ
- FESAD
- Fesad ve İfsâd; Anlam ve Mâhiyeti
- FEYZ-İ İLÂHİ
- FISK
- FİTNE-FİTEN
- FİTNENİN ÇEŞİTLERİ:
- Fitneye Karışan Sahabeler:
- FUHUŞ
- Hîle-i Şer'iyye
- İmtihan Olarak Fitne
- Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Kur'an sözünde durmamayı, ahde vefa göstermemeyi yer yer fısk olarak nitelemektedir.
- MUBAH OLAN İLİM
- O'nun Mutluluk Evinin Genel Atmosferi:
- SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
- Satılan Malın Mevcut Olması: